Aralık 18, 2010

ankara'nın halleri

ankara'mın 4 (dört) hali vardı eskiden. her mevsim çatır çatır yaşatırdı kendisini. öyle bir ilkbahar olurdu ki ağaçlar çiçekten yerlere değerdi. her sokakta çiçekleri birbirinin üstüne çıkan ağaçlar, mis gibi bir koku, üşütse mi ısıtsa mı bilemeyen güneşli bir hava... ilkbaharın rengi,kokusu, sesi olurdu. sabah kalkınca güneşin ışığından anlaşılırdı bahar olduğu.
sonra çiçekler yerlere serilir, hafif rüzgarla uçuşurdu. tam güneş yaz sarısına dönerken kırkikindiler başlardı. sabah güneşli öğleden sonra yağmurlu (ahmak ıslatan:))
yazın kuru bir sıcak ama güneşin geldiği yerde sıcaklardın, bir direğin küçücük gölgesi bile serin olurdu. yazdan nefret etsem de ankara'da güzel olurdu yaz bile.
yavaştan sararmaya başlardı her yer, yolda yürürken çıtır çıtır ederdi tüm sokaklar. kurumuş da sonra ıslanmış yaprak kokardı arada. bi soğuk bi sıcak bi serin bi ılık yaşarken birden gelirdi kuru ayaz (eşek donduran:)) pastırma sıcaklarından önce jilet gibi keserdi hava, sonra bi ilkbahar kokusu aniden, çok değil bi iki gün.
bembeyaz ankara kasım sonunda başlardı. küçükken dizim yere yakın olsa da en az benim dizime kadar gelirdi şehir merkezinin kar kalınlığı. bata çıka, dona dona, eller burun kıpkırmızı yuvarlanırdık karda. bi iki derece eğim bulduk mu poşetleri altımıza alıp kayardık savrula savrula. küresel ısınıyo muyuz yoksa buz çağına mı giriyoruz karar veremezken ankara bugün bu 4. halinde. kar yağıyor bu gece, öyle beyaz ki şehir!

Aralık 05, 2010

gereksiz ama önemli şeyler

bazı insanların karşılarında dart tahtası asılı durmamalı. ne kadar kendini tutmaya çalışsa da sonunda üstündeki sayıları toplayıp, çıkarıp, çarpıp hatta karesini alıp diğerine bölüp falan onların arasında bir bağlantı bulmak için beynini yakabilir. karşılıklı sayıların toplamından farklarını çıkarırsaaak...
insanların bulunduğu ortamlar çok yorucu olur; kanlı canlı insan olmasına gerek yok, diziler, filmler falan da aynı işi görür. her görünen elde 5 parmak olup olmadığını kontrol etmek baş döndürür. marilyn monroe'nün ayağında 6 parmak var!
tipografik bir tasarımda koyu/büyük/farklı yazılmış sözcüklerin ayrı bir cümle oluşturup oluşturmadığı, alttan alta bir mesajı olup olmadığı gibi araştırmalar yaparken, yazının tamamında ne yazdığı okunamayabilir.
binadaki merdiven sayısının gün içerisinde değişmeyeceğini bilmek, onları tekrar tekrar saymaya engel değildir. apartman girişindeki üç basamak bile önemli bu konuda. tek tek, çifter çifter, üçer üçer sayarak, sayma işlemine minik sürprizler eklenebilir. her katta 18 basamak olması ve bir adımda 4 basamak çıkamamak nedeniyle, hep de tam bölen sayılarla çıkılır o merdivenler. artan basamak yok, çok süper. bir katı tek tek, bir katı çift çift diğer katı da üç üç sayınca yorucu olur ama hala toplamda 57 basamak olduğunu bilmenin rahatlığı her şeye değer.
yazı yazarken bir sözcük değil beş sözcük bile önce bir yanlış yapıldığı fark edilince yazılmış olan tüm sözcükler silinerek geri gidilir ve düzeltme yapılıp hepsi yeniden yazılır.

bonus: bir internet sitesi içinde dolaşıldıktan sonra siteyi kapatırken önce anasayfaya dönülür ki ortalık dağınık kalmasın.

Aralık 03, 2010

sevgi saygı hoşgörü

insan sosyal hayvandır ya da insan politik hayvandır hatta insan düşünen hayvandır şeklinde sınıflandırmaların temel mesajı sonuçta insanın hayvan olması.
insanda içgüdü yoktur diyerek hayvandan ayırmaya çalışanlar olsa da -var olan içgüdülerin içdürtü olarak kabulü- bildiğin hayvanız işte. yaşamak için öldüren hayvandan daha hayvan olarak zevk için de öldürüyoruz örneğin ya da güce tapan yanımızla, sürünün en güçlüsünün çevresinde dört dönen kurtlar gibiyiz. eşek diyince alınıp aslan diyince böbürlenen özenti hayvanlarız.
sosyalleşme sonucunda yaşadığımız toplulukta bazı değerler oluşturmuşuz, saygı ve hoşgörü gibi, sevgi de belki sadece insan topluluklarına aittir bilemiyorum. ama kendi oluşturduğumuz bu toplumsal değerleri bile bilmeden kullanıyoruz, öğretildiği gibi yani ezberlediğimiz gibi.

akrabanı sevceksin; kan bağın var.
büyüğüne saygı duyacaksın; senden çok şey biliyor.
çevrendekilere hoşgörülü olacaksın; birlikte huzurlu yaşamak için.

sevmekle ilgili sorunum sevginin içinden gelmesi. sırf kan bağım var diye bana zarar veren bi insanı neden seveyim ki? hatta zarar vermesine bile gerek yok sevmek için neden bulamıyorsam neden seveyim? "sevgi anlaşmak değildir nedensiz de sevilir" melodisi eşliğinde düşünüyorum bu dediklerimi. nedensiz sevgi mi olur yahu? nedensiz olsaydı herkesi severdik. sonuçta bence kimse kimseyi sevmek zorunda değildir, sevmek için nedeni yoksa ya da sevmemek için nedeni varsa, kendine mantıklı gelen, kendine göre doğru olan bir neden.

saygı duymakla ilgili sorunum saygının karşındakinden kaynaklanması. bende saygı uyandırmayan birisine neden saygı duymalıyım? her insan saygıyı hak eder lafına katılmıyorum. o zaman gerçekten saygın olanların değeri düşmez mi? lise öğretmenlerimden ikisi arasında böyle bir kıyaslama yapıyorum. birisi öğretmenlik adına bana hiç katkı sağlamamış, sadece üst olmasını kullanarak öğrencileri susturmuş müdür yardımcımız diğeri her birimize ayrı değer verip bizimle yararlı bir ilişki sağlamaya çalışmış olan tarih öğretmenimiz. ikisine de saygı duysam tarih öğretmenime haksızlık olmaz mı bu?

hoşgörü aralarında en zor olanı bence. birçok insanın en zorlandığı konu. "düşünceme saygı duymak" değil de "ona dünyanın en yanlış şeyiymiş gibi gelen düşünceyi" hoşgörüyle karşılamak zorluyor insanları. insanların en sık kullandığı laf "tamam, saygı duyuyorum ama..." yani diyor ki "saygı duyuyorum tamam ama bi siktir git öyle şey mi olur?" hoşgörülü olmak için saygıyı bi adım aşmak gerekiyo galiba, düşünceme saygı duymasından çok ona göre yanlış olmasına rağmen hoşgörülü olması önemli sanırsam. böylece ben farklı düşünüyorum diye içinden beni öldürmek geçmez. yani bence. tam da bilemedim şimdi ama öyle gibi geldi...

Kasım 30, 2010

paranoid android


çok ciddi bir insan olsam ve ciddi bir blog tutsam wikileaks ile ilgili çeviriler, yorumlar, diplomatik yaklaşımlar gibi sayfalarca yazı yazardım şimdi ama neyse ki diplomatik bilincimin tamamını okulu bitirince mülkiye'min bahçesindeki inek heykelinin dibine gömdüm.
bu sızdıran adamlar iki gündür bir takım çok gizli, gizli, sınıfsız vs belge yayımlıyor ve abd dışişlerinin elçiliklerle olan iletişiminde, elçiliğin bulunduğu ülkedeki bazı gizli kapaklı işleri ortaya koyuyor. yani aslında çoğu gizli olmasına rağmen pek de bilinmeyen şeyler değil ama olayın kilidi bunun rapor olarak sunulacak kadar gerçek olması. bizim kahve geyiklerinden farklı olmasa da koca diplomat olaydan bahsetmiş, boru mu?
belgelerin bir kısmını http://wikileakstr.blogspot.com/ türkçeye çevirmiş. dünya ayağa kalktı dün geceden beri. türkiye'de ne oldu? bazı gazeteler başbakanı övmek için yeni mecralar buldu, bazı insanlar liderlerin lakaplarını duydu, bir kısım yaratık "aman da pek önemli ülkeyiz bak bizden bahsediyorlar" diye keyiflendi ve ülkenin büyük çoğunluğu ne olduğunu bile anlamadı. amerikanın oyunu bunlar diyenlerle bak amerika bizden korkuyo diyenler halı saha için takım kurup akşam maça çıktılar. zorla kaleci yapılan birisi şutları karşılamakta güçlük çekmesini "ama ben kalede iyi değilim" diye açıkladı falan.
hilary clinton, berlusconi, der spigel vs vs olayı ciddiye alıp bununla ilgili yorum, toplantı vs yaparken çok bilen türk adamı "olm amerika var lan arkasında, kendi istemediği şeyi yayınlatır mı onlar" dedi.
türkiye, wikileaks'in eteğindeki taşları dökmesini beklerken, beyaz saray "abi valla doğru" dedi.
komplo teorisine komple yatkın bir millet olmak böyle bişi işte.
isviçrede 8 banka hesabı, seçim yatırımının karşılandığı yer burası deniyor; adam ingilizlere bilmemne medyanın kağıtlarını satın, bitecek yakında dedi deniyor; hükümetin bir adamı diğeri için amerikaya "tehlikeli bu adam" dedi deniyor; biz diyoruz ki "komple bunlar, amarikan oyunu"

marvin öpsün hepimizi, belki zeka kırıntısı bulaştırır

Kasım 20, 2010

köpek beslemek

yaklaşık bir hafta önce köpek almaya karar verdik. araştırmalar son hız devam ediyor. erkek olacak, yavşak olmayacak, tüy sorunu yaşamayı pek istemiyoruz.
hayalimiz bir dogo argantino:

kaslı, yakışıklı, güçlü... ama evde beslemeye uygun değil ve eğitimi zor.
kocam biraz manyak köpek sevdiği için boxer istiyor:

ben pek sevmem boxer ama dogo'dan daha (azıcık daha) eve uyumlu ve küçük.
asıl köpek kangal ya da akbaştır diyorum aslında:

ama otlatacak koyunlarımız ve bize saldıran kurtlar olmadan kangal beslemek çok kolay değil.

son olarak brittany diye bir av köpeği buldum. ben çok sevdim kendisini:

av köpeği, evde yaşayabiliyor. orta boy bir köpek, eğitilebilir. ailesine sadık, orta derecede korumacı. yeterli egzersiz sağlandığında apartman hayatında sorun çıkartmıyor. tüy bakımı zor değil.

araştırmalar devam ediyor...

Kasım 12, 2010

back to the past

kadınların klasik bunalımdan kurtulma hareketi olarak gösterilen kuaföre gidip saç değiştirme faaliyetini kuzenin düğünü nedeniyle aradan çıkarttım geçenlerde. duvarda gördüğüm bir afişte fön çekilmiş hali süper olan saç şeklini yaptırmak konusundaki inadım, canım kuaförümün önüne geçemeyeceği bir istek halini aldı. fönlü hali insana benzeyen bu saç kesimini yaptırdım.
kendi çapında bir merinos koyunu olduğum için fön çektirmediğim zamanlarda aynaya bakınca fonda hafif bir müzik başlıyor... amerika kanyonlarını görür gibi oluyorum. müzik hafiften hızlanıyor ve aynaya bakarak şu sözler dökülüyor ağzımdan
"i wake up in the morning
and i raise my weary head
i got an old coat for a pillow
and the earth was last night's bed
i don't know where i'm going
only god knows where i've been..."

Ekim 21, 2010

çok amaçlı koltuk tasarımı

karim rashid'in karimsutra serisi sex pozisyonları koltuğunu gördüm, beğendim. paylaşmanın güzelliğini (çünkü mutluluk paylaştıkça artar, üzüntü paylaştıkça azalır) kreşte öğrenmiştim, uygulama alanı buldukça uyguluyorum

burada en sağ alttaki grup olayına dikkat çekmek isterim



Eylül 24, 2010

aşık mahsuni şerif aranıyor!

abd - türkiye basketbol maçı sonrası cbabdullahgul ve bir dünya markası rte yuhlandı malum.
bunun üzerine; süper özgürlükçü, aşırı demokrasi yanlısı, şiir yüzünden hapiste yatmış olmayı ülkesine yakıştıramayıp tüm profesörlerin, gazetecilerin falan yok yere hapislere atılmasına göz yuman ®te, yuhlayanların koltuk numaralarından kimliklerinin tespit edilmesini de demokratik bir gereklilik olarak görüyor sanıyorum.
gerçi bu yuhlama olayı eleştirildi epey, yok uluslar arası bir turnuvada türkiye cumhuriyetini temsil eden kişiler nasıl yuhlanırmış vs. diyenler oldu ama tepki göstermenin alanı mı olur? ben bu adamların beni temsil etmesini istemiyorum ki beni temsil ettikleri alanda yuhlamaktan kaçınayım di mi?
yuh sözcüğünün yasaklanması aşamasına geldiğimiz zaman, aşık mahsuni'nin de gıyabında yargılanacağını düşündüğüm için zamanımız varken bu güzel türküyü dinleyelim canlar: selda bağcan'dan geliyor "yuh yuh"

Eylül 12, 2010

Ağustos 19, 2010

halk oylaması

ne oylanacağını bilmeden, anayasada şu anda neler olduğunu bile bilmeden bu oylamada oy kullanacak olan halk ile ilgili hep tartışmalar olur ülkede. benim oyumla çobanın oyu bir mi denir, göbeğini kaşıyan adam denir, olay çıkar vs.
şimdi referandum (neden türkçesi kullanılmıyorsa) tartışmalarında evet diyecek adamların hep demokratikleşme, özgürleşme, askeri anayasadan kurtulma gibi laflar var ağzında. tekrar tekrar okuyorum oylanacak olan metni, bulamıyorum bu lafların karşılığını, yanlış bir metin mi okuyorum ben?

Ağustos 11, 2010

bira göbeği

erimiyor bir türlü yahu. erimesi için birayı bırakmak gerektiğini duymuştum ama benim için daha fazla kilo demek birayı bırakmak. çünkü rakıyı yanında en az 5 çeşit meze olmadan içmem, şarap desen peynir, salatalık, domates, salam olacak yanında..
bir de bu sıcakta serin serin pek güzel gidiyo meret. bütün gün sıcaktan pişip eve dönünce ilk yudumda resmen "cosss" diye ses çıktı varsın göbek yapsın, bol kıyafetle halledilir canııımm :)

Temmuz 30, 2010

311,15 kelvin

ankara'daki anlamsız sıcağı anlatmaya artık santigratlar kifayetsiz. yaşanan bunalımı yüzlerce derece ile ifade etmek için ben kendi çapımda kelvin'e geçtim.
pazar günü daha da sıcak olacağını duymuş olmanın üzüntüsü ile insan evrimi konusunda yeni bir öneri yapmaya karar verdim. bundan sonra insan türü 30° ile 10° arası ısıyı (celsius) hissedecek şekilde evrimleşerek aşırı sıcak ve soğuktan muaf olmalı.

Temmuz 25, 2010

iq

bi sürü para verip aldığın bir eşyayı yakıp dumanını soluyarak kanser olma riskini anormal derecede artıracaksın ama yine de sürekli gidip alıp yakıp dumanını havaya salarak bu şeyi tüketeceksin dendiği zaman sigara içmenin aptallığı nasıl da insanın yüzüne vuruyor. aptallığa bakar mısın, para veriyorsun, yakıp yok ediyorsun ve bu arada vücuduna inanılmaz zarar veriyorsun. hiçbir hastalık olmasa bile nefes darlığı başlıyor, merdiven çıkınca kalbin kulaklarından fırlıyor, ağzının kokusu bok gibi oluyor, koku alma duyusu köreliyor ...
tüm sigara tiryakilerinin en büyük umudu kansere çözüm bulunması sanırsam. sigarayı bırakayım demeyip tıp buna bir çare bulmalı diyen manyaklar olarak pm ya da jt'nin kârlarını katlayarak organlarımızı çürütüyoruz.
yardım çığlığı mı bu acaba :)
yazan: sigarayı bırakamayacak kadar iradesiz bir insan

Temmuz 23, 2010

dünyanın en yorgun elmyrası

hem değişiklik yapmadan oturamadığım için hem de sigara içilen bir salonumuz olduğu için badana yaptım dün. şu anda ayak serçe parmağımın kasları bile hamlamış durumda ve acı içinde kıvranırken muhteşem salonumuzda dinlenmeye çalışıyorum. duvara saat yapmak için malzeme araştırcam ama ayağa kalkmak dünyanın en zor işi.

Temmuz 12, 2010

benim için kpss neyse

hollanda için dünya kupası odur. hemen hepsine katılıyoruz, herkes büyük beklentiler içine giriyor ve genelde finalde s.ki tutuyoruz. hollanda, türkiyede yaşasa devlet memuru olamazdı demek ki.
bu arada ben kpss'ye yine girdim, hollandanın aldığından farklı bir sonuç beklemiyorum. amsterdamda yaşamayı hak ediyorum artık, alın beni yaa

Temmuz 01, 2010

once upon a time in time

yaya olarak ya da bir araçla yol alırken karşı yönden gelen başka bir hareketliyi görmeye çalıştığım, onunla ilgili bir ayrıntı gözüme takılıp da emin olmak için incelemek istediğim anda ikimizin tam ortasına bir ağaç ya da ortalama genişlikte bir sütun girer; karşılıklı ilerleme hızımız, uzaklığımız ve bakış açım itibari ile tam olması gerektiği yerde olan bu engel kocaman insanı hatta eşek kadar arabayı görmemi mükemmel şekilde engeller. işte bu sadece bana oluyor olamaz, herkesin başına geliyor olduğundan eminim.
aslında iğrenç espri diye hakir gördüğümüz bazı durumların gerçek olduğunu bu yolla anlıyorum. örnek olayın iğrenç esprilerdeki yansıması ise "sen hiç ağacın arkasına saklanmış bir fil gördün mü" sorusudur. göremediğimize göre iyi saklanmıştır. demek ki yalnız değilim.

bununla birlikte, sadece kendimde olduğunu düşündüğüm bazı durumların yaş ilerledikçe aslında birçok kişide olduğunu öğrenmek yıktı beni. böyle bitanecik, farklı; siz nasıl diyor, "unique" bir insan sanıyordum kendimi küçükken. sadece ben yatarken hayal kurardım, kaldırım taşlarının çizgilerine basmayan benden başka insanlar yoktu, evde yalnızken kendi kendine konuşan tek insandım dünyada... büyümek hiç güzel gelmedi bana diğer insanlardan farksızlaşmaya başladığım için. sonra sonra farkımı koydum ortaya orası ayrı.

bir de buluşlar yapardım, her alanda mucit bir çocuktum. örneğin beddua diye bir sözcük bulmuştum, şimdi bazılarına tanıdık gelebilir ama küçükken ben bulmuştum bu insanlara kötülük eden dua sözcüğünü. hatta biraz büyüyünce insanların söylediğini duyup yaşadığım travmayı atlatamamış olabilirim.

kiremit tozu karışımlı güzellik maskesi formüllerim vardı küçükken şimdi kille yapılıyor bu maskeler. kesinlikle benden çalınan bir formül. biraz erken davransam çok pis zengin oluyormuşum amk.

*başlığı süprüz şarkıya bağladım, her yere şarkılar koydum, kendimce eğlendim

Haziran 25, 2010

ad aktarmak

markaları ürün genelinin ismi olarak kullanmayı yadırgamadığı gibi aslında o ürünlerin kendine ait birer isimleri olduğundan bile bihaber insanlar var bu topraklarda. ağız alışkanlığı olarak hepimiz kağıt mendile selpak diyor olabiliriz (Almanya'dan gelen Türkler için "tempo") ama "gilette" markasının (markaya referans vererek bile olsa) tıraş bıçağı tanımı ile tdk sözlüğüne girmesi nedir? Markaların böyle isimleşmesi bir pazarlama başarısı mıdır yoksa Türk insanına özgü bir davranış mıdır bilemiyorum, hiç araştırmadım ama örnekleri o kadar fazla ve alanı o kadar geniş ki bu anlam ve ad aktarımlarının, yalnızca bize özgüymüş gibi geliyor bana. sana yağ, cif, vim, walkman, neskafe, şaşal, orkid, uhu, pimapen, vileda, omo...
bunun yanında aktarılan başka şeyler, birbiri ile karıştırılan alakasız kavramlar da var elbette. herhangi bir eylemde dükkan camlarını kıran, kaldırım taşlarını söküp fırlatan, otobüs duraklarını boyayan ya da heykelleri, bankları tahrip eden kitleler "anarşik" tipler olarak yerleşmiş dilimize. anarşizmi tam olarak bilmeyen ya da bilse de işine gelmeyen kişiler bu tip vandallıkları anarşizm olarak adlandırıp koskoca bir felsefeyi barbar bir ırka indirger. her türlü otoritenin ve hiyerarşinin karşısında duruş olan, birilerinin diğerlerini yönetmesinin saçmalığını vurgulayan ve siyasilerin, din adamlarının, yöneticilerinin karşısında gönüllü olarak bir arada yaşayan toplumun gül gibi geçinip gidebileceğini savunan bir görüşü; yakıp yıkmakla, insanların can ve mallarına zarar vermek istemekle ve ipe sapa gelmez, cahil kültürsüz barbarlar olmakla suçlamak yapıştırıcıya uhu demekten çok daha farklı ve art niyetli bir davranıştır.


soru şu: anarşizmin ütopya olması, insanların kuralsız ve otoritesiz yaşayamayacak kadar aciz olması anarşizm görüşünü mü kötü yapar basiretsiz insanlığı mı?

sonuç şu: selpaktan yola çıkıp sosyal sonuçlar elde edilebilir

Haziran 02, 2010

ketçap

bizim oralarda bi laf vardır, arayı kapatmak manasında, catch up derler. (baba tarafından güney dakotalı olmak) son zamanlarda günün 16-17 saatini çalışarak geçirince; memlekette neler olmuş, dünya nereye gidiyor, ilgi alanım olarak gelişmiş bazı aktivitelerde durum nedir gibi insan olduğumu hatırlatan uğraşlarımdan geri kalmışım. hangi biriyle arayı kapatacağımı bilemeden saldırdım her birine.
1. siyasi-askeri-insani olanları elimden geldiğince takip etmişim, bilgim dışında yeni bir gelişme olmamış (tüm dakotalılar huzur içinde uyuyabilir). gerekli alanlarda, tavrıma uyan tepkileri de vermişim ama çözüme yönelik girişimler konusunda zamanım olmadığı için eksik kaldım. hatırlatma notlarım arasında en başa koydum. * çözüme yönelik fikirlerini, bu fikirlere değer verecek ve uygulama konusunda güvenebileceğin kişilerle paylaş.
2. koskoca bir dönemin kısacık bir görüntü ile bitip de, "ölmeden gitmeyecek zaar, ömürleri de uzun bunların" diye düşündüğüm baykal'ın gitmesi ile chp'de üye patlaması yaşanmasına ne demeli? ilçe örgütlerinde birikmiş üyelik başvuruları, internette coşmuş kitleler, seçim anketlerinde birinci çıkan chp... uuu beybi güzel bi hareketlenme oldu bende.
3. Roland Garros başlamış da bitiyo, fedex'im elenmiş daha çeyrek finale gelmeden, nadal yine it gibi koşuyor sakatlık bi'şey eksiltmemiş. fransız seyircisini sevmediğimi söylemeden geçemem bunu. genel bir gıcıklığım da olabilir, ırkçı olmadığımı düşünsem de arada fransızlara kıl olurum ben böyle.
4. yılın ortası olmuş da dünya kupası başlıyor. bugün fark ettim neredeyse bir haftaya başlayacağını, hemen fikstürü aldım elime. yaptığım hesaplar doğrultusunda hollanda (ki benim turnuvalarda yaptığım bütün hesaplar doğrultusunda hollanda) şampiyon olur. bu kez bi olun be, noolur. elimdeki hesaplara göre yarı finalde arjantini yenecek olmaları içimi biraz burktu ama messi mi robben mi dediğimde (van basten'in yerini van nistelrooy ile doldurmuştum, onun yerini de van persie ile doldurdum ama messi'yle kıyaslayacak kadar kör hayran da değilim) düşünüyorum ister istemez, çünkü söylemesi ayıp ama ben robben'i messi'den fazla seviyo olabilirim :)
5. sinemalar film dolmuş, elm sokağını yeniden çekmeye cesaret etmelerine bile önyargılı yaklaşmış bir freddy hayranı olarak inatla yorumları okumuyorum, kendi gözlerimle görmeliyim diyerek. gülmekten öldüren robert englund'un zeki, espirili, süper karakterini bozmamış olmalarını diler, yeni filmin güzel olmuş olmasını umar, wes craven'ın gözlerinden öperim.

Mayıs 04, 2010

kişisel gelişim

kişisel gelişim diye başlık yazıp taslaklara kaydetmişim, ne düşünüp de yazmışım, kişiliğimi geliştirme konusunda bir boşluk mu hissetmişim hayatımda bilemedim. kişisel gelişim adı altında saçma sapan kitaplar yayınlanıyor, hayatını düzene sokmak, iş yerindeki hal ve hareketler ile iş arkadaşlarını kendine hayran bırakmak, patronu kıvamına getirip gözde eleman olmak, aşk hayatında ipleri elinde tutmak vs. vs.
30 yaşına gelmiş adama bu kitaplarla insanlık mı öğretilir, ilişki mi anlatılır? bunu yazan psikolog kişisi kendi hayatında ne kadar başarılı ayrıca? güzellik merkezi sahibi cildi bozuk, çirkin kadınlar olur ya güzellik tavsiyeleri verirken cildindeki oyukları sayarsın elinde olmadan ya da sigara içen dahiliye uzmanı, ciğer röntgeninden dersler verir de arada hırıl hırıl nefes alır...
beni tanımayan, çevremi bilmeyen, ailemi görmemiş, hayatımla ilgili en ufak bilgisi olmayan bir psikolog nasıl bana kişilik dersi verir, aklım almıyor.
böyle küçük şeyler'i sorun etmek ikili ilişkilerinizde sorunlara yol açabileceği gibi partnerinizin sizinle ilgili düşüncelerinde kararsızlıklara, güvensizliklere de neden olabilir. kendinizden emin davranışlarınız çevrenizde takdir toplamanıza, arkadaşlar arasında sözüne güvenilen bir kişi olmanıza yardımcı olacaktır. (uuuu, şimdi grubumun lideri olabilirim)

Mayıs 02, 2010

Quija Board

küçükken tepsi içine, üstüne harfler, rakamlar, evet ve hayır yazan kağıtlar hazırlayıp; kahve fincanının içine dualar okuyup ruh çağırmıştık kuzenlerle. parmaklarımız ters duran fincanın üzerinde, gelen ruha sorular sorup, fincanın tek tek harfleri gezerek yazdıklarını okurken birden ışık söndü ve odanın kapısı yavaşça, gıcırdayarak açılmaya başladı.
en büyüğümüz 12 yaşındaydı o zaman. çığlıklar atarak, ağlayarak birbirimize sarıldık, annemin "kemal, korkudan öldüreceksin çocukları" diyen sesini duyana kadar. deli babam gerçekten korkudan öldürecekti küçücük çocukları.
yıllar sonra discovery'de hayaletlerle ilgili bir belgesel izledim. aslında hayaletlerin olduğu, insanları rahatsız ettiği gerçek olaylar diye gösterilen bu seride, evinde bazı gerçeküstü olayların olduğunu iddia eden insanların bu olaylardan rahipler aracılığı ile kurtulmasını anlatıyordu. bir nevi "The Exorcist". (bir de el kamerasıyla çekilmiş paranormal activity var) bu tip hikayelere inanan insanlar için bedenimizin içinde yaşayan bir ruh var, ölümsüz. bizi kıyamette temsil edecek ve onun üzerinden ceza ya da ödül belirlenecek ve benim ruhum epey rezil olacak oralarda maalesef, sürekli cezaya maruz kalarak :)

neyse laf aramızda aslında ruh diye bişi yok

Mayıs 01, 2010

katmerli mesai

resmi tatil ya da hafta sonu fark etmeksizin ankaralılara hizmet veren biricik firmam, hafta sonuna denk gelen resmi tatili de elbette ki sallamayacaktı.
işçi bayramının ülkemizde yalnızca memurlara tatil olması, özel şirketlerde sömürülen biz kölelere mesai-ek ücret-prim şeklinde dönmemesi ve iş yerinizin bulunduğu çevrede çalışan işçilerin "ne işimiz var solcuların gününde" diyerek üstüne tuz biber olması ömürden ömür yemez mi?
bir insan kendi hakkının savunulmasına bile karşı çıkar sonra da yoksulluk hatta açlık sınırının altında bir hayata mahkum kalırsa kimin elinden ne gelir ki? liberalizmi ve kapitalizmi kapital sahiplerinden fazla savunan emekçilerin yaşadığı, seçimlerde seçme hakkını kömüre satan sağ görüşlü varoşların sözünün geçtiği, solcu -demeye bin şahit- tek partinin ortanın solundan da daha sağa kaydığı ve zaten solun elit kesime küçülüp zenginlerin elinde kaldığı bir sistem ideolojileri alt-üst etmekten başka ne işe yarar ki?
dine tepki olarak doğmuş milliyetçiliğin ve bu görüşü savunan kesimlerin dine sarılmış olmaları da ayrıca bir inceleme konusu zaten. 2010 yılında orta çağı yaşayan, hatta daha orta çağa girememiş bir ülkede feodalitenin baştan kurulup, sonra yıkılıp sonra da demokrasinin doğal süreci ile gelmesi dışında seçenek kalmadı mı ne?

Madam butterfly*

Kahraman deyince hep kelli felli, varlıklı, olgun adamlar geliyor ya insanın gözüne; bu imajı yıkmak için sivilceli ergenden seçilmiş, maddi durumu kötü bir süper kahraman ihtiyacı doğdu dünyada. Örümcek adam bu ihtiyacı karşılamak için ortaya çıkmış aslında ezik ve mahçup bir kişilik olarak eleştiri konusunda çok da acımasız olamayacağım bir kahraman. İnsanın içi el vermiyor sefalet içinde yaşayan, gariban bir arka mahalle çocuğuna laf etmeye. Daily Bugle’a kendi fotoğraflarını satarak ünlenmesi ve kendi kahraman kimliği aracılığıyla para kazanması her ne kadar iki yüzlülük olsa da MJ’e olan aşkı ile kendisini affettiriyor. Kıyamıyorum resmen yahu, varsın iki yüzlü olsun. Superman ve batman kadar olamaz ya.

*Coupling’te öpüşme müziği olarak madam butterfly’ı hayal eden zavallı sally’nin hazin sonu için tıklayın.

Nisan 25, 2010

72 - batman

thomas'tan olma nancy'den doğma bruce wayne adlı zengin insanın, kendisini kahraman ilan etmesi üzerine gotham city'de yaşanan bazı olayları konu alan bu çizgi roman (tim burton'dan daha başarılı filmleştiren olmadı, olamaz) batman rumuzlu bu burjuva'nın sevimli gösterilmeye çalışılmasından başka bir hikaye olamadı gözümde. batmobile'in arkasına "hayvanım ama para bende" yazsa yadırgamam bu şahsı. Joker'in karizması, Penguen'in sevimliliği, Twoface'in insanlığı, Poison Ivy'nin dürüstlüğü(:P) karşısında, bruce'un tamamen halkı kandırmaya yönelik gösterileri zaten batman'in neden gotham'da sevilmediğini açıklar hepimize. batman'in fedakarlık yapıp suçları üstlenmesi ve kötü adam gibi görünüp yüreğimizi dağlaması ise tamamen kendi egosu ile ilgilidir, beni zerre bağlamaz. o kadar paran var, ne diye hayatını tehlikeye atarsın be adam. ananı babanı öldüren joker kadar zeki olmadan, yeşil dolarlarına güvenip de kahraman donu giymeyeceksin.

gelecek bölüm: örümceğe kendini ısırtıp kahraman olmak

Nisan 23, 2010

Kryptonite (3 Doors Down)

çizgi roman, film, dizi sıralaması ile arz-ı endam eden Clark Kent arkadaşın aslında düşündüğümüz kadar dürüst, tarafsız ve iyi olduğunu düşünmediğimi üzülerek açıklıyorum. tüm bu kahramanlık hikayelerinin içinde adam gibi adam olan lex luthor'a yapılan haksızlık gerçekten gücüme gitmeye başladı.
kişilik analizi yapabilecek kadar clark'ı tanıyan insanlarız hepimiz. kimseye güvenmeyen, kendisini saklamak konusunda yalan söylemekten çekinmeyen ve çevresindeki insanların da yalan söylemesini isteyen süper kahramana karşılık yalanı dolanı, parası araştırmaları ortada olan, yardım edebildiği her konuda çevresindekilerin yardımına koşması ile takdirimi kazanmış olan lex'in tırnağı olamaz süperman.

alnına sarkmış saç tutamı, mavi tayt üstü kırmızı donu ve masmavi gözleri ne kadar "karizmatik" olsa da insanda önce kişilik olacak kardeşim, özelliklerinin arkasında duracak, en sevdiği insanları kandırmayacak, herkesin güvenini kazanmaya çalışıp da millete sahte kişilikler sunmayacak. bir kurşundan daha hızlı koşmak, bir dağdan daha yükseğe zıplamak ya da bir trenden daha güçlü olmak değil kahramanlık; özünle sözünle bir olmaktır (lex gibi). kryptonite karşısındakinden daha zavallı işte süperman bu yüzden, yalan söylediği onca insan karşısında.
kötü adam olmak acaba gerçekten kötü mü?


ps: batman'le de ilgileneceğim hemen

Nisan 21, 2010

fikri hür vicdanı hür



arkadaşımın arkadaşından çaldım resmi, telif hakkı olmasa bari

Nisan 07, 2010

oldies day

sanki yaşamışım gibi, arada bir geçmiş günlerin özlemini duyarım. taş devrinde yaşayıp para derdi olmayan bir mağara kadını olmayı özlerim bazen, arada büyük bir boşluktan sonra -bu ara dediğim öyle çok da matah olmayan devirler bence- 70'leri özlerim, bana dünyanın gördüğü en güzel yıllarmış gibi gelir hep. belki de müziklerinden ve hippilerinden dolayı bilemiyorum (beni hippi sanan insanlar olduğu için de seviyor olabilirim). o yılları yaşamış insanlar hep gözlerinde bir pırıltıyla hatırlar ya onun etkisi belki de. gençlik yıllarını hatırlıyor, tabi pırıltı olacak ama başka türlü geliyo bana. sonra bi de çocukluk yıllarımı özlerim ki özlediklerim arasında tek yaşamış olduğum dönem bu. biz büyüdük ve kirlendi dünya tribine girme yaşıma geldiğim için mi bu zamanları sevmiyorum acaba ve bu dönemin çocukları da 2000leri mi özleyecek? çok saçma, özlenir mi bu yıllar? beterin beteri var diye buna diyorlar di mi? ilerisi bundan da kötü olacak ki bu günleri bile özleyeceğiz.

cep telefonu olmadan birbiriyle buluşamayan insanlar, internet olmadan bilgiye ulaşamayan öğrenciler, mp3 oynatıcı olmadan müzik dinleyemeyen gençler. nesini özleyeceksin ki bu yılların?
küçükken dışarıda oynamak diye bi kavram vardı, hala var mı bilmiyorum çünkü hiç dışarda oynayan ve hava kararınca evine çağrılan çocuklar görmüyorum. biz dışarda toprağı ıslatıp kubbe şeklinde ocak yapar onunla bile oynardık. o zaman annem oynadıkları arabaları dedemle birlikte yaptıklarını anlatırdı da ilkel gelirdi bana. keşke diyeceğim kimin aklına gelirdi o zaman?
küçükken büyümekle ilgili düşündüğüm tek şey boyumun uzamasıydı ve bir insanın boyu nasıl uzar aklım almıyordu. herkes bir zamanlar bebek olduğuna göre yaklaşık 50 cm'den 1.80'e falan ulaşmıştı babam, nasıl olabilirdi ki bu? keşke büyümek sadece boyumun uzaması olsaymış diyorum şimdi. tek derdim bu olsaymış.
dertlendim işte. şerefe!

Nisan 02, 2010

çizgilim

aslında çocuklara yönelik yapılmış olsa da yetişkinler tarafından düşünülmüş olmaları nedeniyle bir çok çizgi filmin eşek kadar olmuş bizleri ilgilendirdiğini düşünmemin, çizgi film izlemeye devam ettiğim için kendimi aklamaya yönelik bir düşünce hilesi olduğunu yüzüme kim vuracakmış şaşarım.
adını zikredip onurlandırmak istemediğim bir genç gsm hizmetinin sessiz sinema oyununu oynayıp vücudumdaki tüm sinir uçlarını uyaran bir hissiyatla kendime gelince rugrats'ı hatırladım aniden.

Angelica Pickles'ın hayranı olarak izlediğim dizinin en sevdiğim bölümlerinden biriydi sessiz sinema oynayıp deliye dönmüş Stu'nun, Howard'a küstüğü bölüm. Angelica'nın başı çekmediği nadir güzel sahnelerden biriydi ve Howard orada "oscar"lık bir salak rolü oynamıştı. akademiye küsmemde, Johnny Depp'ten sonraki en önemli neden, bu oyunculuğun taktir görmemiş olmasıdır. animasyonlara ödül verip de rugratsı dışarıda bırakan akademinin gözümde polis akademisi 6 kadar değeri yoktur, gerisini akademisyenler düşünsün.
yine kendimi düze çıkarmak için değil de çizgi filmlerde çocuklara hitap etmeyen espirileri açığa çıkarmak için bir örnek geldi aklıma. disney çizgi filmlerinden birinde, çatısı akıtan bir evde yağan yağmurdan gelen suları tencere tavaya toplayan bir ailenin, tavan akıntılarından birinin altına süzgeç koyup, süzgeçin her deliğinden fışkıran suya bir fincan koymuş olmaları bence ergenliği geçmiş çizgi film izleyicileri için düşünülmüş bir espiridir, saygıyla arz ederim.

Mart 19, 2010

ünlü olmak

ilk bilgisayarım ms-dos'ta açılıyordu da windows'a girebilmek için bi'şeyler yazıyordum şimdi hatırlamadığım. windows 93 yüklü bilgisayarda half-life ve volfied vardı bi de grafikleri kötü olmasına rağmen yeni versiyonuna tercih edeceğim prince of persia. üşengeç olduğum için sanıyorum, hileli oynardım ki ona rağmen prensese ulaşamadım oyunda epey bi süre. ctrl+k sanırsam karşına çıkan adamı direkt öldürüyodu falan. bilgisayarı da trt'de katıldığımız bir yarışmadan kzanmıştık, ailece. yanında kazandıklarmızla birlikte öğretmen bir anne babanın çocuğu olan bana bir servet gibi gelmişti. bisiklet, çok fonksiyonlu kondisyon aleti, tost makinesi, boyum kadar lahana bebek, kitap seti ve bilgisayar işte. ödenen vergi bile zorlamıştı bütçeyi hatırladığım kadarı ile ama bisikletim olmuştu, bianchi hem de.
katıldığımız yarışmada konuk ünlü olarak sümer ezgü vardı, çekim öncesi halkla kaynaşmak istediği için sohbet etmeye gelmişti de yanımıza heyecan yapmıştım. oysa o zaman sümer ezgü'yü tanımıyordum bile ama orda benim için ünlü kişiydi o ve bu çok önemli bişidi benim yaşımda. adam benimle konuşmak için uğraşırken bi soru sormuştu, neden bilemiyorum cevap veremedim ve dedim ki "bunu söylersem evde dayak yerim" annem ve babam program sonrası eve dönerken o kadar çok kızdı ki böyle söylediğim için gerçekten dayak yiyecektim nerdeyse. çocukluk işte, aklım sıra espiri yapmışım. yarışmadan yıllar sonra trt5 tekrarını vermiş, ben tabi orta okul'da kendini beğenmiş huysuz bir ergenim, arkadaşlarım görmüş orda salaklığımı, offf. insan çocukken ne kadar da salak olduğunu düşünüyor. şimdi bakıyorum da, aslında gurur duymalıyım sorulan sorulara çatır çatır cevap veren ve hediyelerin hepsini götüren çocuk olarak. rakip ailenin oğlu neredeyse hiçbir soruya cevap veremediği için eli boş dönmüştü o gün. bilgisayarı ben kazandım daha ne olsun, bisikletin yeri ayrı! yeşil siyah bianchi'm, 18 vites. dağ bisikleti. gerçi o zamanlar sanki herkes 'tour de france'da yarışıyormuşçasına yarış bisikleti hayranıydı ama benim bisikletim hepsinin babasını dövüyordu. trt'yi belki de bu yüzden sevdim yıllarca ya da özel kanalların şımarıklığından uzak hizmet vermesi vardı düşünce suçu kapsamında düşünebilmeye başladığım zamanlarda. şimdiki trt değildi ismail cem zamanında sonuçta. sampras'ı, yagudin'i, federer'i, plushenko'yu tanıtan kanaldı işte...
böyle de bi televizyona çıkmışlığım var yani, adını bile hatırlamadığım, sümer ezgü'nün konuk olduğu bir trt yarışması ile

Şubat 17, 2010

hayvandan gerçekten farkımız var mı

herkesin zaman zaman uymadığı kurallar oluyordur, eminim isviçre’de bile oluyordur -ya da ben türk olduğum için böyle düşünüyorum- ama en basit ve insanın hayatını düzene sokan toplumsal kurallara bile uymayan ankara halkı için yapılabilecek tek açıklamanın sorumsuzluk olmadığını sanıyorum. insanlıktan nasibini alamamış olmak, bencillik, başkasının haklarını umursamamak, çevresindekilere saygı duymamak, dünaynın kendi etrafında döndüğünü sanmak, sadece kendisinin bazı haklara sahip olduğu yönünde yanlış bir inanç vs…
bahsettiğim kurallar kabaca şöyle;
- birden çok insanın kullandığı merdivenlerde ya da kaldırımda ya da yolda herkes kendi sağından yürür. Sağını ve solunu bilen insanlar için çok yüksek bir iq gerektirmeyen bu sözlü kural maalesef ki ülkemizde en az uyulan kurallardan birisi. Kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçen güruha tepeden bakınca; hemen herkes birbirine çarparak karşıya geçer, kırmızı ışık süresi yolu yarılamaya anca yeter ve geri kalan yarıda arabalarla boğuşarak geçişini tamamlayan insanlar durup demezler ki “biz acaba bir yerde yanlış mı yapıyoruz?”
- otobüs durağına yaklaşan otobüse, durağa ilk gelen insandan başlamak üzere sıra ile binilir, bu amaçla da kuyruk adı verilen, insanların peş peşe sıralandığı bir uygulama bulmuştur atalarımız. bazı semt duraklarında bu insancıl uygulamaya rastlanırken (otobüsleri yarım saatte bir gelen birkaç semt) büyük çoğunluğunda, bir araya toplanmış sığır sürülerine benzeyen bazı oluşumlar, aynı anda küçücük kapıdan girmeye çalışırlar. normalde iki dakika sürebilecek olan bu biniş beş altı dakikada sonuçlanmaz, kavga çıkar. yine o sürünün içinde bulunanlardan hiç birisi demez ki “yahu adam gibi arka arkaya sıraya girseydik hem en çok beklemiş olan ilk binerdi hem de bu hengameyi yaşamayıp iki dakikada otobüste olurduk.” Bahsettiğim sığır sürülerinin aynı anda ahır kapısından girmeye çalışmaları ile ilgili zilyon tane amerikan film sahnesi vardır, yeminle aynı görüntüler oluyor..

sabah sabah nerden çıktı şimdi bu sinir? bunlar kadar kolay ve yine bunlar kadar uygulanmayan bir diğer kural; metrodan iniş-biniş kuralları. Ortada tek bir kapı varsa önce inenler beklenir öyle binilir trene. Bu yine diğer duruma göre daha uygulanır durumda, diğer durum ise içler acısı. Kızılay’dan metroya binip işe giden bir insan olarak her sabah karşılaştığım bir saygısızlık, kızılay’da iki taraflı kapılarını açan trenden inenler kenar platforma yönlendiriliyorlar çünkü orta platformda trene binecek olanlar bekliyor ama çok uyanık, cin gibi, zeka küpü türk insanlarının bir kısmı biniş tarafından inerek diğer taraftan inen insanlardan yaklaşık 10 saniye önce üst kata çıkarak olimpiyat altını kazanmak için binecek olan insanların hakkını gaspetmekte hiç sakınca görmüyorlar. artık dayanamayıp tepki verdim bugün, “bu taraf binen yolcu için, diğer taraftan ineceksiniz” dedim, “sana mı kaldı” gibi bir yanıt aldım. “ne terbiyesiz insanlarsınız” dedim “sensin” dedi teyzeler, hepsi birden mahalle kavgasına tutuşmuş gibi cır cır konuşmaya başladı, bir yandan ‘özürlü asansörü’ne doluşmaya çalışırken bir yandan da kafalarını sallaya sallaya, kaşları çatık sözlü saldırılarına devam ettiler ve eminim ki uzun bir süre arkamdan konuştular kendilerinde bir hata aramadan. utanıp da yaptıkları ayıbı saklamak yerine bir de bunu savunduklarını görünce, arasıra da olsa umutlandığım bu ülke için hala daha bir umut olmadığını gördüm.

Şubat 13, 2010

sana dün bir tepeden baktım aziz valentine

* doğumda o kadar acıyı anne çektiği halde doğanın doğum günü kutlanır, ona hediye alınır. haksızlık.
* yeni bir yıla girerken insanlar sevdiklerine hediye alır, dünya ve kendileri bir bir yaşlanıp ölüme giderken. yanlış.
* yıl dönümü kutlanır, birlikte olmanın bilemem kaçıncı yılı için hediye alınır. sanki hala birlikte olmak çok büyük bir lütufmuş da, insanlar birlikte yaşayabildiği için çok büyük başarı elde etmiş gibi. tuhaf.
* sevgililer günü kutlanır. normalde a lira olan gül 5a lira olur. bir rahibin taşlanarak öldürüldüğü günü kutlar insanlar. eğlenceler düzenlenir, hediyeler alınır. acınası.
* kimse dünya çevre gününde sevdikleri için bi ağaç dikmez. acı.
* hele de benim doğum günümün dünya çapında büyük şenliklerle kutlanmaması en acı vereni.. oysa ben 40 gün 40 gece kutlama yapıyorum bu salak hayata geldiğim için. yazık!

Ocak 31, 2010

ferman padişahın, dağlar ferhat'ın.. isyanım var ulan

çalışma yaşantısının insanın hayat enerjisini emdiği bu zamanlarda işten eve dönüp bezgin ve boş oturmak dışında herhangi bir aktiviteye gücü kalmayan birisi olarak anlamsız isyanlara sürüklenir oldum, sıradan olaylar karşısında. öğrencilik zamanlarında okuldan daha çok gittiğim ve sevdiğim mülkiyelilere gitme davetleri bile bazen omuzlarında dünyayı taşıyan atlas'tan daha büyük ağırlık taşıyormuşum hissi uyandırıyor içimde (dünya öküzün boynuzlarında değil atlas'ın omuzlarında yükselir). yok ben gelmeyim demek varken isyankar ruhum çıkıyor nazik dr jekyll bedenimden ve "s.ktrn gidin aq. gelmiyom ben" deyiveriyor.
televizyon izlemekten tiksiniyor olmama rağmen uzun zamandır en büyük sosyal etkinliğim oldu çıktı ya aptal kutusu, ona yanarım en çok. interaktif olarak* izlediğim haberlerde, olan olaylara mı sinirlensem yoksa türkçe'nin katledilişine mi bilemiyorum. tüm gün bilgisayar karşısında beyni pelteleşmiş bir 21. yy insanı olarak kalan son gri hücre kırıntılarımla yaşadığı ülkenin dilini doğru düzgün kullanamayan insanlara sinirlerimi anlatan mailler atıyorum, müşteri hizmetlerini arıyorum kanalların. "bakın şimdi dahi anlamındaki "de", bağlaç olur kendisi, kendisinden önceki sözcükten ayrı yazılmasının yanında bir de sert sessiz yumuşamasına uğramaz. soru eki olarak bilinen mi mı edatları da birleşik yazılmaz ha keza." şeklinde bilgilendirdiğim müşteri hizmetleri temsilcileri şoka girmiş bir şekilde "evet anlıyorum" diyor ama eminim ki (bağlaç olan ki de ayrı yazılır bu arada) içlerinden pek hoş şeyler düşünmüyorlar hakkımda.
bu soğuk, karanlık, az karlı çok ayazlı ocak ayının son gününde, aylar sonra hak edeceğim iki haftalık tatilin hayali ile eşekler gibi çalışıp, kazandığım üç kuruşa bakmadan federer-murray maçını izlemek için "digi" giriş paketini ekonomik pakete çevirttikten sonra federer'in şampiyonluğuna sevinirken kazandığı 2 milyon 100 bin $ ile ilgili de isyan ettim afedersin.
şimdi merakla "olağan kongre"nin sonucunu beklemekteyim, tüpçü bi' daha başkan seçilsin de bana da isyankar tavrımı sergileyecek bir mecra daha açılsın bakalım. kalın ensesine, çukur çenesine, sarkık gıdısına, eblek çehresine iyice sövüp bi' dahaki seçime kadar "yeter yıldırım demirören, yeter!" diye yırtınayım. hayat böyle işte...

*interaktif olarak: haberlerdeki konuyla ilgili bağırıp çağırmak. konuşan kişiye cevap vermek, haberi sunan spikeri ya da alt yazıları yazmakla görevli olan kişileri azarlamak gibi eylemelerin tamamı.

Ocak 21, 2010

efsane geri döndü

yıllar önce evlenip de kaymayı bırakan gelmiş geçmiş en muhteşem patenci evgeni pluşenko 2010 avrupa şampiyonası'nda yine muhteşemdi (haber spikeri ağzıyla blog yazmak).
onunla birlikte ben de ekranlara dönüp yine heyecanla, dudaklarımı kemirerek buz pateni izlemenin keyfini yaşadım. şimdi yine heyecanla gala programını bekliyorum (kendi ile ilgili bilgi vermeyi seven blog yazarı).
6. avrupa şampiyonluğunu alması şerefine süpper bir gösteri hazırlayacağına canı gönülden inanıyor, edvin marton kişisi ile birlikte harikalar yaratmasını dört gözle bekliyorum...
son olarak kendisine şöyle demek istiyorum: yolda yürüdüğünden daha rahat buzda kayan bir insansın aslanım sen, ne o öyle ben bu işi bırakıyorum ayakları? bi daha olmasın!

Ocak 20, 2010

yara kabuğu

soyması çok çok zevkli değil mi?

Ocak 15, 2010

tuhaf zevkler

* sarı saman kağıda siyah tükenmezle yazı yazmak
* çizgileri yeşil olan harita metod defterinin sağ sayfasına yumuşak uçlu kurşun kalemle yazı yazmak
* yeni yıla ait ajandanın ilk sayfasına kişisel bilgileri girmek
* bilgisayarda kayıtlı her şeyi sınıflandırıp klasörlere ayırmak ve itina ile masa üstünden kaldırmak
* her türlü yazılı kağıdı türlerine göre ayırıp poşet dosyalara koymak ve ayrı ayrı klasörlemek
* renkli ayraçlar hazırlayıp klasörde kendince sekmeler oluşturmak
* renk renk yünler alıp kazak-hırka-şal-atkı-bere örmeye başlamak... ama sadece başlamak
* her yaz başı, cicili kumaşlardan bluz dikmek
.
.
.

Ocak 01, 2010

yeni yılı ıskalamak

biz yeni yıla girememiş olabiliriz.
ikinci geleneksel yeni yıl kutlamamızda hangi kanalda geri sayalım diye dolaşıp dururken geri sayımı kaçırdık üzerinize afiyet. bizimle birlikte evimizde bulunan insanlar da dahil olmak üzere 2si kadın 6 kişi bu sefer yeni yıla giremedi. duvar saatimizin yaklaşık 3 dakika geri kalmış olmasından kaynaklanan bu durum, uzay-zaman bükülmesi yaratarak bizim 2010a giremememize neden oldu diye düşünmekteyiz. şimdi tüm insanlar dünyanın güneş etrafındaki yeni turu için adapte olmuşlarken biz eski turu bitirip yeni tura katılamamış olan 6 kişi kendi çabalarımızla yetişmeye çalışacağız. zorlu bir süreç bizi bekliyor.
yeni yılı kaçırınca en azından victoria'nın meleklerini izleyelim dedik ve cnbce'nin karşısına kurulduk (seksi resimleri için tıklayınız). yeni modelin seçimi, black eyed peas, bi kaç güzel hatunun iç çamaşırı ile yürümesi derken saat oldu 1. başlangıcında istediğimiz verimi alamadığımız bu yılı da zaten kabul etmiyoruz. hadi bakalım.