filmlerde falan merdivenden aşağı doğru, ters taklalar atarak düşen ve ayağa kalkan insanlar, iki gün öncesine kadar inandırıcı gelmezdi. o kadar merdivenden tepe taklak düşüp de nasıl ayağa kalkılabilir ki derdim. oluyormuş.
merdivenden çıkmaya çalışırken, basamakların dar ve dik olması yanında alkolün bozduğu balans ayarı nedeniyle -sayabildiğim kadarıyla- iki tam bir yarım ters takla atarak merdivenlerin sonuna iniş yaptım. sonuç: ayağa kalkılabiliyormuş.
geceye devam edip sabah 5te eve dönünce bile insan kendisini sapasağlam hissedebiliyormuş ama uyuyup uyandıktan sonra her bir basamakla temas etmiş olan her bir uzuv delice ağrıyormuş. çeşitli morlukların yanı sıra dışarıdan bakınca darbe aldığı anlaşılmayan yerlerde de hatrı sayılır ağrılar olması korkutuyor insanı bu arada.
filmlerde inandırıcı bulmadığım ikinci bir durumda tek tokatla ya da enseye tek darbeyle patates çuvalı gibi yığılan, bayılan insanlar. bunu da birebir tecrübe etmemek dileğiyle...
not: merdivenleri çeken bir güvenlik kamerası vardı, belki görüntüleri ileride internette görebilirim.
günlük yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
günlük yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ocak 09, 2012
Haziran 17, 2011
evrilerek devrilmek
din merkezli sosyal hayatın olduğu ülkelerde kadınlar hep ikinci plana itilir, ezilir, hor görülür; çünkü din kadını şeytanla (ya da bazı durumlarda hayvanlarla) bir tutar. önce erkek yaratılmış sonra onun kaburgasından kadın yaratılmıştır, bu bile kadının ikinci sınıf olmasını sağlayan bir inanıştır.
işin aslı erkeklerin kadınlardan çekiniyor olması. yalnızca fiziksel olarak üstünlükleri olması, diğer konularda ezemedikleri kadınları fiziksel olarak alt etmelerini getiriyor beraberinde. erkekler kadının zekasından, duygularından, cinselliğinden korktukları için; düşünmesini, hissetmesini, görünmesini engelleyerek üstün olmaya çalışıyorlar. ilkel toplumlarda fiziksel üstünlük erkeğin evine yemek getirmesini sağlarken şimdi kadının da çalışıp evine bakabilmesi çoğu erkeği rahatsız ediyor, elindeki tek üstünlüğün de alındığını görmek şiddet olarak dışarı yansıyor. yanındaki kadını ne kadar "aşağılık" hissettirirse kendisi o kadar "yüce" oluyor ve bunu islam aracılığı ile sağlamak çok kolay. önce babasının malı olan kadınlar daha sonra, baba tarafından uygun görülen bir başka erkeğin malı oluyor. diğer erkeklerden saklanıp, yeni sahibine tam hizmet etmesi halinde tüm görevini yerine getirip, kocasının da oluru ile cennet ödülünü kazanıyor.
peki korkulan bu özellikler bastırılmasa, kadınlar ezilmese ne olur?
düşünen bir kadın hataları görüp, aksaklıkları görüp düzeltmeye çalışır ve büyük olasılıkla başarır (örneğin fransız devrimi, 2002 venezuela devrimi)
kadınların duyguları erkekler tarafından abartılıp yanlış anlaşılır hep. kadın duygusaldır, sulu gözlüdür, merhametlidir, anaçtır evet ama damarına basıldığında herkesten daha serttir, acımasızdır. bununla ilgili bir kitap var (önce kadınları vurun - Eileen MacDonald); neden savaşlarda, çatışmalarda kadınların daha tehlikeli olduğunu anlatıyor.
en korkulan ise cinsellik. çünkü cinselliğin ayıplandığı, saklandığı, tabu olduğu toplumlarda gözü dönmüş erkekler gördükleri saç telinden, çıplak bir koldan, küçücük kız çocuklarının diz kapaklarından tahrik oluyorlar. aslında kadının elindeki en büyük silah gibi görünüyor cinsellik. bir erkeği parmağında oynatmanın yolu gibi geliyor insanlara o yüzden de üstünü örtüp kurtulmaya çalışıyorlar. işte bu aklı şeytanlığa çalışan, duygusal seks objelerini bastırmanın yolu arkana dini alıp cehennem korkusunu aşılamak.
çünkü iktidar olarak kadınları ne kadar avucunun içine alırsan onların yetiştirdiği erkekleri de o kadar elinde tutarsın, kadının kafasını ne kadar ezersen özgürlükleri o kadar sınırlarsın. türkiye'de dönüşümün başlangıcı, kadınları meşgul edecek bir konunun ortaya atılması oldu. türban. zorlama ile yapılan bir işlemin özgürlük olduğuna inandırılan kadınlar, örtünme özgürlüğü ile ilgilenirken ellerinden bütün özgürlükler alınmaya başlandı farkına varamadılar. "başını örttüğü için doktor olamayacak mı yani bu hanımlarımız" diyenler çıktı, aynı zamanda da erkekleri muayene edemeyen örtülü doktorlar.
eşitlik için mücadele edenlerin çoğu erkeklerden oluşmaya başladı ve sonra onlar da çekildi. sonra ortaya türbana özgürlük diye eylem yapan erkekler çıktı... "devrim kanlı mı olur kansız mı" lafının anlamı kalmadı çünkü türkiye'de "devrim" olmadı son 30 yılda "evrim" oldu.
işin aslı erkeklerin kadınlardan çekiniyor olması. yalnızca fiziksel olarak üstünlükleri olması, diğer konularda ezemedikleri kadınları fiziksel olarak alt etmelerini getiriyor beraberinde. erkekler kadının zekasından, duygularından, cinselliğinden korktukları için; düşünmesini, hissetmesini, görünmesini engelleyerek üstün olmaya çalışıyorlar. ilkel toplumlarda fiziksel üstünlük erkeğin evine yemek getirmesini sağlarken şimdi kadının da çalışıp evine bakabilmesi çoğu erkeği rahatsız ediyor, elindeki tek üstünlüğün de alındığını görmek şiddet olarak dışarı yansıyor. yanındaki kadını ne kadar "aşağılık" hissettirirse kendisi o kadar "yüce" oluyor ve bunu islam aracılığı ile sağlamak çok kolay. önce babasının malı olan kadınlar daha sonra, baba tarafından uygun görülen bir başka erkeğin malı oluyor. diğer erkeklerden saklanıp, yeni sahibine tam hizmet etmesi halinde tüm görevini yerine getirip, kocasının da oluru ile cennet ödülünü kazanıyor.
peki korkulan bu özellikler bastırılmasa, kadınlar ezilmese ne olur?
düşünen bir kadın hataları görüp, aksaklıkları görüp düzeltmeye çalışır ve büyük olasılıkla başarır (örneğin fransız devrimi, 2002 venezuela devrimi)
kadınların duyguları erkekler tarafından abartılıp yanlış anlaşılır hep. kadın duygusaldır, sulu gözlüdür, merhametlidir, anaçtır evet ama damarına basıldığında herkesten daha serttir, acımasızdır. bununla ilgili bir kitap var (önce kadınları vurun - Eileen MacDonald); neden savaşlarda, çatışmalarda kadınların daha tehlikeli olduğunu anlatıyor.
en korkulan ise cinsellik. çünkü cinselliğin ayıplandığı, saklandığı, tabu olduğu toplumlarda gözü dönmüş erkekler gördükleri saç telinden, çıplak bir koldan, küçücük kız çocuklarının diz kapaklarından tahrik oluyorlar. aslında kadının elindeki en büyük silah gibi görünüyor cinsellik. bir erkeği parmağında oynatmanın yolu gibi geliyor insanlara o yüzden de üstünü örtüp kurtulmaya çalışıyorlar. işte bu aklı şeytanlığa çalışan, duygusal seks objelerini bastırmanın yolu arkana dini alıp cehennem korkusunu aşılamak.
çünkü iktidar olarak kadınları ne kadar avucunun içine alırsan onların yetiştirdiği erkekleri de o kadar elinde tutarsın, kadının kafasını ne kadar ezersen özgürlükleri o kadar sınırlarsın. türkiye'de dönüşümün başlangıcı, kadınları meşgul edecek bir konunun ortaya atılması oldu. türban. zorlama ile yapılan bir işlemin özgürlük olduğuna inandırılan kadınlar, örtünme özgürlüğü ile ilgilenirken ellerinden bütün özgürlükler alınmaya başlandı farkına varamadılar. "başını örttüğü için doktor olamayacak mı yani bu hanımlarımız" diyenler çıktı, aynı zamanda da erkekleri muayene edemeyen örtülü doktorlar.
eşitlik için mücadele edenlerin çoğu erkeklerden oluşmaya başladı ve sonra onlar da çekildi. sonra ortaya türbana özgürlük diye eylem yapan erkekler çıktı... "devrim kanlı mı olur kansız mı" lafının anlamı kalmadı çünkü türkiye'de "devrim" olmadı son 30 yılda "evrim" oldu.
Haziran 15, 2011
lanet olası federaller
zaten boktan bir pazardı, bir de behzat ç. yayınlanmadı. sandık görevlisi olup dünya kurtaracağımı sandığım için de ayrı sinirliyim. oy vermek ne zaman gerçekten işe yaradı ki saçma bir seçim için behzat'tan olduk? zaten seçim yapmadan %50 deseler ülkenin %50si bunu yerdi, geri kalanı sinirlenip otururdu. yaptığımız bu sonuçta hala...
icinde :
günlük yaşam,
rezalet,
siyaset,
türkiye
Haziran 10, 2011
gri ankara
kaloriferin arkasında is olmasın diye; geçen yaz duvarları griye boyadım (griyiiiii çook seversin), şimdi duvar bölge bölge koyu gri ve açık gri şeklinde. bir duvarda irili ufaklı bi' sürü ayna var, o duvarı daha koyu gri boyamıştım keşke her tarafı öyle yapsaymışım diye düşünüyorum.
Aralık 18, 2010
ankara'nın halleri
ankara'mın 4 (dört) hali vardı eskiden. her mevsim çatır çatır yaşatırdı kendisini. öyle bir ilkbahar olurdu ki ağaçlar çiçekten yerlere değerdi. her sokakta çiçekleri birbirinin üstüne çıkan ağaçlar, mis gibi bir koku, üşütse mi ısıtsa mı bilemeyen güneşli bir hava... ilkbaharın rengi,kokusu, sesi olurdu. sabah kalkınca güneşin ışığından anlaşılırdı bahar olduğu.
sonra çiçekler yerlere serilir, hafif rüzgarla uçuşurdu. tam güneş yaz sarısına dönerken kırkikindiler başlardı. sabah güneşli öğleden sonra yağmurlu (ahmak ıslatan:))
yazın kuru bir sıcak ama güneşin geldiği yerde sıcaklardın, bir direğin küçücük gölgesi bile serin olurdu. yazdan nefret etsem de ankara'da güzel olurdu yaz bile.
yavaştan sararmaya başlardı her yer, yolda yürürken çıtır çıtır ederdi tüm sokaklar. kurumuş da sonra ıslanmış yaprak kokardı arada. bi soğuk bi sıcak bi serin bi ılık yaşarken birden gelirdi kuru ayaz (eşek donduran:)) pastırma sıcaklarından önce jilet gibi keserdi hava, sonra bi ilkbahar kokusu aniden, çok değil bi iki gün.
bembeyaz ankara kasım sonunda başlardı. küçükken dizim yere yakın olsa da en az benim dizime kadar gelirdi şehir merkezinin kar kalınlığı. bata çıka, dona dona, eller burun kıpkırmızı yuvarlanırdık karda. bi iki derece eğim bulduk mu poşetleri altımıza alıp kayardık savrula savrula. küresel ısınıyo muyuz yoksa buz çağına mı giriyoruz karar veremezken ankara bugün bu 4. halinde. kar yağıyor bu gece, öyle beyaz ki şehir!
sonra çiçekler yerlere serilir, hafif rüzgarla uçuşurdu. tam güneş yaz sarısına dönerken kırkikindiler başlardı. sabah güneşli öğleden sonra yağmurlu (ahmak ıslatan:))
yazın kuru bir sıcak ama güneşin geldiği yerde sıcaklardın, bir direğin küçücük gölgesi bile serin olurdu. yazdan nefret etsem de ankara'da güzel olurdu yaz bile.
yavaştan sararmaya başlardı her yer, yolda yürürken çıtır çıtır ederdi tüm sokaklar. kurumuş da sonra ıslanmış yaprak kokardı arada. bi soğuk bi sıcak bi serin bi ılık yaşarken birden gelirdi kuru ayaz (eşek donduran:)) pastırma sıcaklarından önce jilet gibi keserdi hava, sonra bi ilkbahar kokusu aniden, çok değil bi iki gün.
bembeyaz ankara kasım sonunda başlardı. küçükken dizim yere yakın olsa da en az benim dizime kadar gelirdi şehir merkezinin kar kalınlığı. bata çıka, dona dona, eller burun kıpkırmızı yuvarlanırdık karda. bi iki derece eğim bulduk mu poşetleri altımıza alıp kayardık savrula savrula. küresel ısınıyo muyuz yoksa buz çağına mı giriyoruz karar veremezken ankara bugün bu 4. halinde. kar yağıyor bu gece, öyle beyaz ki şehir!
Aralık 05, 2010
gereksiz ama önemli şeyler
bazı insanların karşılarında dart tahtası asılı durmamalı. ne kadar kendini tutmaya çalışsa da sonunda üstündeki sayıları toplayıp, çıkarıp, çarpıp hatta karesini alıp diğerine bölüp falan onların arasında bir bağlantı bulmak için beynini yakabilir. karşılıklı sayıların toplamından farklarını çıkarırsaaak...
insanların bulunduğu ortamlar çok yorucu olur; kanlı canlı insan olmasına gerek yok, diziler, filmler falan da aynı işi görür. her görünen elde 5 parmak olup olmadığını kontrol etmek baş döndürür. marilyn monroe'nün ayağında 6 parmak var!
tipografik bir tasarımda koyu/büyük/farklı yazılmış sözcüklerin ayrı bir cümle oluşturup oluşturmadığı, alttan alta bir mesajı olup olmadığı gibi araştırmalar yaparken, yazının tamamında ne yazdığı okunamayabilir.
binadaki merdiven sayısının gün içerisinde değişmeyeceğini bilmek, onları tekrar tekrar saymaya engel değildir. apartman girişindeki üç basamak bile önemli bu konuda. tek tek, çifter çifter, üçer üçer sayarak, sayma işlemine minik sürprizler eklenebilir. her katta 18 basamak olması ve bir adımda 4 basamak çıkamamak nedeniyle, hep de tam bölen sayılarla çıkılır o merdivenler. artan basamak yok, çok süper. bir katı tek tek, bir katı çift çift diğer katı da üç üç sayınca yorucu olur ama hala toplamda 57 basamak olduğunu bilmenin rahatlığı her şeye değer.
yazı yazarken bir sözcük değil beş sözcük bile önce bir yanlış yapıldığı fark edilince yazılmış olan tüm sözcükler silinerek geri gidilir ve düzeltme yapılıp hepsi yeniden yazılır.
bonus: bir internet sitesi içinde dolaşıldıktan sonra siteyi kapatırken önce anasayfaya dönülür ki ortalık dağınık kalmasın.
insanların bulunduğu ortamlar çok yorucu olur; kanlı canlı insan olmasına gerek yok, diziler, filmler falan da aynı işi görür. her görünen elde 5 parmak olup olmadığını kontrol etmek baş döndürür. marilyn monroe'nün ayağında 6 parmak var!
tipografik bir tasarımda koyu/büyük/farklı yazılmış sözcüklerin ayrı bir cümle oluşturup oluşturmadığı, alttan alta bir mesajı olup olmadığı gibi araştırmalar yaparken, yazının tamamında ne yazdığı okunamayabilir.
binadaki merdiven sayısının gün içerisinde değişmeyeceğini bilmek, onları tekrar tekrar saymaya engel değildir. apartman girişindeki üç basamak bile önemli bu konuda. tek tek, çifter çifter, üçer üçer sayarak, sayma işlemine minik sürprizler eklenebilir. her katta 18 basamak olması ve bir adımda 4 basamak çıkamamak nedeniyle, hep de tam bölen sayılarla çıkılır o merdivenler. artan basamak yok, çok süper. bir katı tek tek, bir katı çift çift diğer katı da üç üç sayınca yorucu olur ama hala toplamda 57 basamak olduğunu bilmenin rahatlığı her şeye değer.
yazı yazarken bir sözcük değil beş sözcük bile önce bir yanlış yapıldığı fark edilince yazılmış olan tüm sözcükler silinerek geri gidilir ve düzeltme yapılıp hepsi yeniden yazılır.
bonus: bir internet sitesi içinde dolaşıldıktan sonra siteyi kapatırken önce anasayfaya dönülür ki ortalık dağınık kalmasın.
Aralık 03, 2010
sevgi saygı hoşgörü
insan sosyal hayvandır ya da insan politik hayvandır hatta insan düşünen hayvandır şeklinde sınıflandırmaların temel mesajı sonuçta insanın hayvan olması.
insanda içgüdü yoktur diyerek hayvandan ayırmaya çalışanlar olsa da -var olan içgüdülerin içdürtü olarak kabulü- bildiğin hayvanız işte. yaşamak için öldüren hayvandan daha hayvan olarak zevk için de öldürüyoruz örneğin ya da güce tapan yanımızla, sürünün en güçlüsünün çevresinde dört dönen kurtlar gibiyiz. eşek diyince alınıp aslan diyince böbürlenen özenti hayvanlarız.
sosyalleşme sonucunda yaşadığımız toplulukta bazı değerler oluşturmuşuz, saygı ve hoşgörü gibi, sevgi de belki sadece insan topluluklarına aittir bilemiyorum. ama kendi oluşturduğumuz bu toplumsal değerleri bile bilmeden kullanıyoruz, öğretildiği gibi yani ezberlediğimiz gibi.
akrabanı sevceksin; kan bağın var.
büyüğüne saygı duyacaksın; senden çok şey biliyor.
çevrendekilere hoşgörülü olacaksın; birlikte huzurlu yaşamak için.
sevmekle ilgili sorunum sevginin içinden gelmesi. sırf kan bağım var diye bana zarar veren bi insanı neden seveyim ki? hatta zarar vermesine bile gerek yok sevmek için neden bulamıyorsam neden seveyim? "sevgi anlaşmak değildir nedensiz de sevilir" melodisi eşliğinde düşünüyorum bu dediklerimi. nedensiz sevgi mi olur yahu? nedensiz olsaydı herkesi severdik. sonuçta bence kimse kimseyi sevmek zorunda değildir, sevmek için nedeni yoksa ya da sevmemek için nedeni varsa, kendine mantıklı gelen, kendine göre doğru olan bir neden.
saygı duymakla ilgili sorunum saygının karşındakinden kaynaklanması. bende saygı uyandırmayan birisine neden saygı duymalıyım? her insan saygıyı hak eder lafına katılmıyorum. o zaman gerçekten saygın olanların değeri düşmez mi? lise öğretmenlerimden ikisi arasında böyle bir kıyaslama yapıyorum. birisi öğretmenlik adına bana hiç katkı sağlamamış, sadece üst olmasını kullanarak öğrencileri susturmuş müdür yardımcımız diğeri her birimize ayrı değer verip bizimle yararlı bir ilişki sağlamaya çalışmış olan tarih öğretmenimiz. ikisine de saygı duysam tarih öğretmenime haksızlık olmaz mı bu?
hoşgörü aralarında en zor olanı bence. birçok insanın en zorlandığı konu. "düşünceme saygı duymak" değil de "ona dünyanın en yanlış şeyiymiş gibi gelen düşünceyi" hoşgörüyle karşılamak zorluyor insanları. insanların en sık kullandığı laf "tamam, saygı duyuyorum ama..." yani diyor ki "saygı duyuyorum tamam ama bi siktir git öyle şey mi olur?" hoşgörülü olmak için saygıyı bi adım aşmak gerekiyo galiba, düşünceme saygı duymasından çok ona göre yanlış olmasına rağmen hoşgörülü olması önemli sanırsam. böylece ben farklı düşünüyorum diye içinden beni öldürmek geçmez. yani bence. tam da bilemedim şimdi ama öyle gibi geldi...
insanda içgüdü yoktur diyerek hayvandan ayırmaya çalışanlar olsa da -var olan içgüdülerin içdürtü olarak kabulü- bildiğin hayvanız işte. yaşamak için öldüren hayvandan daha hayvan olarak zevk için de öldürüyoruz örneğin ya da güce tapan yanımızla, sürünün en güçlüsünün çevresinde dört dönen kurtlar gibiyiz. eşek diyince alınıp aslan diyince böbürlenen özenti hayvanlarız.
sosyalleşme sonucunda yaşadığımız toplulukta bazı değerler oluşturmuşuz, saygı ve hoşgörü gibi, sevgi de belki sadece insan topluluklarına aittir bilemiyorum. ama kendi oluşturduğumuz bu toplumsal değerleri bile bilmeden kullanıyoruz, öğretildiği gibi yani ezberlediğimiz gibi.
akrabanı sevceksin; kan bağın var.
büyüğüne saygı duyacaksın; senden çok şey biliyor.
çevrendekilere hoşgörülü olacaksın; birlikte huzurlu yaşamak için.
sevmekle ilgili sorunum sevginin içinden gelmesi. sırf kan bağım var diye bana zarar veren bi insanı neden seveyim ki? hatta zarar vermesine bile gerek yok sevmek için neden bulamıyorsam neden seveyim? "sevgi anlaşmak değildir nedensiz de sevilir" melodisi eşliğinde düşünüyorum bu dediklerimi. nedensiz sevgi mi olur yahu? nedensiz olsaydı herkesi severdik. sonuçta bence kimse kimseyi sevmek zorunda değildir, sevmek için nedeni yoksa ya da sevmemek için nedeni varsa, kendine mantıklı gelen, kendine göre doğru olan bir neden.
saygı duymakla ilgili sorunum saygının karşındakinden kaynaklanması. bende saygı uyandırmayan birisine neden saygı duymalıyım? her insan saygıyı hak eder lafına katılmıyorum. o zaman gerçekten saygın olanların değeri düşmez mi? lise öğretmenlerimden ikisi arasında böyle bir kıyaslama yapıyorum. birisi öğretmenlik adına bana hiç katkı sağlamamış, sadece üst olmasını kullanarak öğrencileri susturmuş müdür yardımcımız diğeri her birimize ayrı değer verip bizimle yararlı bir ilişki sağlamaya çalışmış olan tarih öğretmenimiz. ikisine de saygı duysam tarih öğretmenime haksızlık olmaz mı bu?
hoşgörü aralarında en zor olanı bence. birçok insanın en zorlandığı konu. "düşünceme saygı duymak" değil de "ona dünyanın en yanlış şeyiymiş gibi gelen düşünceyi" hoşgörüyle karşılamak zorluyor insanları. insanların en sık kullandığı laf "tamam, saygı duyuyorum ama..." yani diyor ki "saygı duyuyorum tamam ama bi siktir git öyle şey mi olur?" hoşgörülü olmak için saygıyı bi adım aşmak gerekiyo galiba, düşünceme saygı duymasından çok ona göre yanlış olmasına rağmen hoşgörülü olması önemli sanırsam. böylece ben farklı düşünüyorum diye içinden beni öldürmek geçmez. yani bence. tam da bilemedim şimdi ama öyle gibi geldi...
Kasım 12, 2010
back to the past
kadınların klasik bunalımdan kurtulma hareketi olarak gösterilen kuaföre gidip saç değiştirme faaliyetini kuzenin düğünü nedeniyle aradan çıkarttım geçenlerde. duvarda gördüğüm bir afişte fön çekilmiş hali süper olan saç şeklini yaptırmak konusundaki inadım, canım kuaförümün önüne geçemeyeceği bir istek halini aldı. fönlü hali insana benzeyen bu saç kesimini yaptırdım.
kendi çapında bir merinos koyunu olduğum için fön çektirmediğim zamanlarda aynaya bakınca fonda hafif bir müzik başlıyor... amerika kanyonlarını görür gibi oluyorum. müzik hafiften hızlanıyor ve aynaya bakarak şu sözler dökülüyor ağzımdan
"i wake up in the morning
and i raise my weary head
i got an old coat for a pillow
and the earth was last night's bed
i don't know where i'm going
only god knows where i've been..."
kendi çapında bir merinos koyunu olduğum için fön çektirmediğim zamanlarda aynaya bakınca fonda hafif bir müzik başlıyor... amerika kanyonlarını görür gibi oluyorum. müzik hafiften hızlanıyor ve aynaya bakarak şu sözler dökülüyor ağzımdan
"i wake up in the morning
and i raise my weary head
i got an old coat for a pillow
and the earth was last night's bed
i don't know where i'm going
only god knows where i've been..."

Temmuz 01, 2010
once upon a time in time
yaya olarak ya da bir araçla yol alırken karşı yönden gelen başka bir hareketliyi görmeye çalıştığım, onunla ilgili bir ayrıntı gözüme takılıp da emin olmak için incelemek istediğim anda ikimizin tam ortasına bir ağaç ya da ortalama genişlikte bir sütun girer; karşılıklı ilerleme hızımız, uzaklığımız ve bakış açım itibari ile tam olması gerektiği yerde olan bu engel kocaman insanı hatta eşek kadar arabayı görmemi mükemmel şekilde engeller. işte bu sadece bana oluyor olamaz, herkesin başına geliyor olduğundan eminim.
aslında iğrenç espri diye hakir gördüğümüz bazı durumların gerçek olduğunu bu yolla anlıyorum. örnek olayın iğrenç esprilerdeki yansıması ise "sen hiç ağacın arkasına saklanmış bir fil gördün mü" sorusudur. göremediğimize göre iyi saklanmıştır. demek ki yalnız değilim.
bununla birlikte, sadece kendimde olduğunu düşündüğüm bazı durumların yaş ilerledikçe aslında birçok kişide olduğunu öğrenmek yıktı beni. böyle bitanecik, farklı; siz nasıl diyor, "unique" bir insan sanıyordum kendimi küçükken. sadece ben yatarken hayal kurardım, kaldırım taşlarının çizgilerine basmayan benden başka insanlar yoktu, evde yalnızken kendi kendine konuşan tek insandım dünyada... büyümek hiç güzel gelmedi bana diğer insanlardan farksızlaşmaya başladığım için. sonra sonra farkımı koydum ortaya orası ayrı.
bir de buluşlar yapardım, her alanda mucit bir çocuktum. örneğin beddua diye bir sözcük bulmuştum, şimdi bazılarına tanıdık gelebilir ama küçükken ben bulmuştum bu insanlara kötülük eden dua sözcüğünü. hatta biraz büyüyünce insanların söylediğini duyup yaşadığım travmayı atlatamamış olabilirim.
kiremit tozu karışımlı güzellik maskesi formüllerim vardı küçükken şimdi kille yapılıyor bu maskeler. kesinlikle benden çalınan bir formül. biraz erken davransam çok pis zengin oluyormuşum amk.
*başlığı süprüz şarkıya bağladım, her yere şarkılar koydum, kendimce eğlendim
aslında iğrenç espri diye hakir gördüğümüz bazı durumların gerçek olduğunu bu yolla anlıyorum. örnek olayın iğrenç esprilerdeki yansıması ise "sen hiç ağacın arkasına saklanmış bir fil gördün mü" sorusudur. göremediğimize göre iyi saklanmıştır. demek ki yalnız değilim.
bununla birlikte, sadece kendimde olduğunu düşündüğüm bazı durumların yaş ilerledikçe aslında birçok kişide olduğunu öğrenmek yıktı beni. böyle bitanecik, farklı; siz nasıl diyor, "unique" bir insan sanıyordum kendimi küçükken. sadece ben yatarken hayal kurardım, kaldırım taşlarının çizgilerine basmayan benden başka insanlar yoktu, evde yalnızken kendi kendine konuşan tek insandım dünyada... büyümek hiç güzel gelmedi bana diğer insanlardan farksızlaşmaya başladığım için. sonra sonra farkımı koydum ortaya orası ayrı.
bir de buluşlar yapardım, her alanda mucit bir çocuktum. örneğin beddua diye bir sözcük bulmuştum, şimdi bazılarına tanıdık gelebilir ama küçükken ben bulmuştum bu insanlara kötülük eden dua sözcüğünü. hatta biraz büyüyünce insanların söylediğini duyup yaşadığım travmayı atlatamamış olabilirim.
kiremit tozu karışımlı güzellik maskesi formüllerim vardı küçükken şimdi kille yapılıyor bu maskeler. kesinlikle benden çalınan bir formül. biraz erken davransam çok pis zengin oluyormuşum amk.
*başlığı süprüz şarkıya bağladım, her yere şarkılar koydum, kendimce eğlendim
Mayıs 04, 2010
kişisel gelişim
kişisel gelişim diye başlık yazıp taslaklara kaydetmişim, ne düşünüp de yazmışım, kişiliğimi geliştirme konusunda bir boşluk mu hissetmişim hayatımda bilemedim. kişisel gelişim adı altında saçma sapan kitaplar yayınlanıyor, hayatını düzene sokmak, iş yerindeki hal ve hareketler ile iş arkadaşlarını kendine hayran bırakmak, patronu kıvamına getirip gözde eleman olmak, aşk hayatında ipleri elinde tutmak vs. vs.
30 yaşına gelmiş adama bu kitaplarla insanlık mı öğretilir, ilişki mi anlatılır? bunu yazan psikolog kişisi kendi hayatında ne kadar başarılı ayrıca? güzellik merkezi sahibi cildi bozuk, çirkin kadınlar olur ya güzellik tavsiyeleri verirken cildindeki oyukları sayarsın elinde olmadan ya da sigara içen dahiliye uzmanı, ciğer röntgeninden dersler verir de arada hırıl hırıl nefes alır...
beni tanımayan, çevremi bilmeyen, ailemi görmemiş, hayatımla ilgili en ufak bilgisi olmayan bir psikolog nasıl bana kişilik dersi verir, aklım almıyor.
böyle küçük şeyler'i sorun etmek ikili ilişkilerinizde sorunlara yol açabileceği gibi partnerinizin sizinle ilgili düşüncelerinde kararsızlıklara, güvensizliklere de neden olabilir. kendinizden emin davranışlarınız çevrenizde takdir toplamanıza, arkadaşlar arasında sözüne güvenilen bir kişi olmanıza yardımcı olacaktır. (uuuu, şimdi grubumun lideri olabilirim)
30 yaşına gelmiş adama bu kitaplarla insanlık mı öğretilir, ilişki mi anlatılır? bunu yazan psikolog kişisi kendi hayatında ne kadar başarılı ayrıca? güzellik merkezi sahibi cildi bozuk, çirkin kadınlar olur ya güzellik tavsiyeleri verirken cildindeki oyukları sayarsın elinde olmadan ya da sigara içen dahiliye uzmanı, ciğer röntgeninden dersler verir de arada hırıl hırıl nefes alır...
beni tanımayan, çevremi bilmeyen, ailemi görmemiş, hayatımla ilgili en ufak bilgisi olmayan bir psikolog nasıl bana kişilik dersi verir, aklım almıyor.
böyle küçük şeyler'i sorun etmek ikili ilişkilerinizde sorunlara yol açabileceği gibi partnerinizin sizinle ilgili düşüncelerinde kararsızlıklara, güvensizliklere de neden olabilir. kendinizden emin davranışlarınız çevrenizde takdir toplamanıza, arkadaşlar arasında sözüne güvenilen bir kişi olmanıza yardımcı olacaktır. (uuuu, şimdi grubumun lideri olabilirim)
Nisan 21, 2010
Haziran 17, 2009
aylak bakkal taşş.klarını tartarmış
haber sıkıntısı çekilen, hiç bir olay olmayan, ekonominin tıkır tıkır işlediği, kimsenin cinnet geçirmediği, herkesin zeki ve çalışkan olduğu(!), tüm seçmenlerin seçimlerde oy kullanıp da herkesin oyuyla başa geçmiş bir iktadarın yönettiği, kurucusunun doğru ve modern ilkeleri doğrultusunda demokratik bir sisteme sahip ütopik bir ülkede yaşıyor olsaydık bile, herhangi bir gazetenin şunu haber olarak vermesine şiddetle karşı çıkıp ülkenin düzenini bozacak, cinnet noktasında tepkiler verirdim.
adam hem zenci, hem amerika'nın başkanı hem de bir vuruşta sinek öldürebiliyor yahu. grimm kardeşlerin cesur terzisini anımsatan bu hikayenin ana fikri -cesur terzinin aksine- aklını kullanmamak işte içinde bulunduğumuz bu ülkenin durumuna düşmemize neden olur. obama tek vuruşuyla dünyayı sallaya dursun, biz de daha "Gli'yi sevdi yaa, nasıl içten nasıl samimi nasıl sevecen bir insan. hem adı da hüseyin ayol, bizden sayılır" diyip mutlu olalım.
mayın temizleme ihalesi kaş göz arasında halledile dursun, biz daha tsk'nın içinde, türkçe dersinde kompozisyon yazar gibi (kırmızı kalemle?)* akp ve güleni bitirme planı başlığı atılmış belgeyle ilgili konuşup asıl çalışması gereken organlarımızın yerine kaba etler tabir edilen iki loplu organımızın düşünmesine izin verelim ve hatta onun da üstüne oturmak suretiyle aslında onun bile düşünebilmesini engelleyelim ki bundan yıllar sonra filistinliler gibi topraklarımız için yahudilerle savaşmak zorunda kaldığımız zaman aslında hatanın kendimizde olduğunu hatırlamadan, bir türk dünyaya bedeldir gazları eşliğinde kahramanlık öyküleri yazalım.
*belgenin aslı olmadığı, dava konusu olay fotokopilerle geliştiği için başlığın kırmızı kalemle atılıp atılmadığını bilemiyoruz.
adam hem zenci, hem amerika'nın başkanı hem de bir vuruşta sinek öldürebiliyor yahu. grimm kardeşlerin cesur terzisini anımsatan bu hikayenin ana fikri -cesur terzinin aksine- aklını kullanmamak işte içinde bulunduğumuz bu ülkenin durumuna düşmemize neden olur. obama tek vuruşuyla dünyayı sallaya dursun, biz de daha "Gli'yi sevdi yaa, nasıl içten nasıl samimi nasıl sevecen bir insan. hem adı da hüseyin ayol, bizden sayılır" diyip mutlu olalım.
mayın temizleme ihalesi kaş göz arasında halledile dursun, biz daha tsk'nın içinde, türkçe dersinde kompozisyon yazar gibi (kırmızı kalemle?)* akp ve güleni bitirme planı başlığı atılmış belgeyle ilgili konuşup asıl çalışması gereken organlarımızın yerine kaba etler tabir edilen iki loplu organımızın düşünmesine izin verelim ve hatta onun da üstüne oturmak suretiyle aslında onun bile düşünebilmesini engelleyelim ki bundan yıllar sonra filistinliler gibi topraklarımız için yahudilerle savaşmak zorunda kaldığımız zaman aslında hatanın kendimizde olduğunu hatırlamadan, bir türk dünyaya bedeldir gazları eşliğinde kahramanlık öyküleri yazalım.
*belgenin aslı olmadığı, dava konusu olay fotokopilerle geliştiği için başlığın kırmızı kalemle atılıp atılmadığını bilemiyoruz.
Mayıs 13, 2009
noktalama
ünlem: uluslararası ilişkiler disiplinine, devlet-devlet ve birey-devlet ilişkilerini açıklama konusunda yardımcı olmak için "eurovision policy" adıyla yeni bir teori(1) eklemlenmesinde elimden geleni yapacağıma tüm benliğimle and içerim!! (bkz: g.tünden teori uydurmak)
soru işareti: 1,5 asırlık canım okulumun geleneksel eğlencesi olan "inek bayramı", şimdiye kadar hiç böyle bir rezillik görmedi. biz büyüdük ve kirlendi dünya psikolojisi mi bilmiyorum ama 150. yılını kutlayan bir okulun bahar bayramında (iki albüm yapıp şımarmış, ankara'nın bar grubu) "pilli bebek" kim? "zakkum" kim?? nerde o eski inek bayramları diyecek kadar yaşlandım mı yoksa gerçekten her şey gittikçe sönük ve sıradan bir hale mi geliyor, he telli turna?
virgül: bilim her geçen gün ilerleyen birşey; her seferinde yeni bulgularla gelişen, geliştikçe kafamızdaki soruları azaltan ve sonuna nokta konulamayan birşey. almanya'da evrime kanıt olabileceğini düşündükleri bir fosil bulmuşlar, ara form, geçiş halkası, maymun insan arası, nerden baksan 40 milyon yıllık bir fosil. 19 mayıs'ta (atatürk'ü anma, gençlik ve spor bayramı etkinlikleri çerçevesinde) BBC'de bir belgesel ile sunacaklarmış.
iki nokta üst üste: insanlara açıklama yapmak ya da bir fikri tartışma yoluyla kabul ettirmek çok zordur. bir konuyu açıklığa kavuşturalım ki hepimiz kendi düşüncelerimiz konusunda yobazız. bizim gibi düşünülmesini ister, bizim gibi düşünmeyenleri hor görürüz. bu yobazlığın belli seviyeleri olması önemli değil. bush ne demiş? amerika'nın yanında değilseniz karşısındasınızdır. (o zeka seviyesiyle bu cümleyi nasıl ezberledi acaba?)
üç nokta ard arda: genç nüfusu, aç nüfusu, işsiz nüfusu, eğitimsiz nüfusu ve aptal nüfusu ortalamaların çok çok üstünde olan yurdumun başbakanı en az üç çocuk salık verdiği zaman bu sözün peşinden gidecek olan kitleyi çok iyi biliyordu. çağdaş yaşam standartları olan, ilerici, aydın, laik ve atatürkçü kesim; önce okuyup, iş bulup, bekarlığın tadını çıkartıp yaş kemale gelince evlenip ondan sonra da belki bir bilemedin iki çocuk yapacak ancak cahil ve dallarından ampul ampul oy sarkan eğitimsiz kesim nikahta keramet vardır diye 15 ila 20 yaşlar arasında evlenip çocuğa dayanacak...
(1) McDonald's teorisi olarak adlandırılan bu teoriye göre McDonald's zincirleri bulunan ülkeler birbirleriyle savaşmazlar. ama bu teori Yugoslavya'da çökmüştür.
soru işareti: 1,5 asırlık canım okulumun geleneksel eğlencesi olan "inek bayramı", şimdiye kadar hiç böyle bir rezillik görmedi. biz büyüdük ve kirlendi dünya psikolojisi mi bilmiyorum ama 150. yılını kutlayan bir okulun bahar bayramında (iki albüm yapıp şımarmış, ankara'nın bar grubu) "pilli bebek" kim? "zakkum" kim?? nerde o eski inek bayramları diyecek kadar yaşlandım mı yoksa gerçekten her şey gittikçe sönük ve sıradan bir hale mi geliyor, he telli turna?
virgül: bilim her geçen gün ilerleyen birşey; her seferinde yeni bulgularla gelişen, geliştikçe kafamızdaki soruları azaltan ve sonuna nokta konulamayan birşey. almanya'da evrime kanıt olabileceğini düşündükleri bir fosil bulmuşlar, ara form, geçiş halkası, maymun insan arası, nerden baksan 40 milyon yıllık bir fosil. 19 mayıs'ta (atatürk'ü anma, gençlik ve spor bayramı etkinlikleri çerçevesinde) BBC'de bir belgesel ile sunacaklarmış.
iki nokta üst üste: insanlara açıklama yapmak ya da bir fikri tartışma yoluyla kabul ettirmek çok zordur. bir konuyu açıklığa kavuşturalım ki hepimiz kendi düşüncelerimiz konusunda yobazız. bizim gibi düşünülmesini ister, bizim gibi düşünmeyenleri hor görürüz. bu yobazlığın belli seviyeleri olması önemli değil. bush ne demiş? amerika'nın yanında değilseniz karşısındasınızdır. (o zeka seviyesiyle bu cümleyi nasıl ezberledi acaba?)
üç nokta ard arda: genç nüfusu, aç nüfusu, işsiz nüfusu, eğitimsiz nüfusu ve aptal nüfusu ortalamaların çok çok üstünde olan yurdumun başbakanı en az üç çocuk salık verdiği zaman bu sözün peşinden gidecek olan kitleyi çok iyi biliyordu. çağdaş yaşam standartları olan, ilerici, aydın, laik ve atatürkçü kesim; önce okuyup, iş bulup, bekarlığın tadını çıkartıp yaş kemale gelince evlenip ondan sonra da belki bir bilemedin iki çocuk yapacak ancak cahil ve dallarından ampul ampul oy sarkan eğitimsiz kesim nikahta keramet vardır diye 15 ila 20 yaşlar arasında evlenip çocuğa dayanacak...
(1) McDonald's teorisi olarak adlandırılan bu teoriye göre McDonald's zincirleri bulunan ülkeler birbirleriyle savaşmazlar. ama bu teori Yugoslavya'da çökmüştür.
Mayıs 11, 2009
muhauha
ağız dolusu gülmek için sanal ortamda kullanılan harfler topluluğu oluyor bu muhauha. güldüğüm zamanları düşünüyorum ya da güldükten sonra düşünüyorum ne oldu da güldüm diye. merak ediyorum gülmenin neye tepki olduğunu. yani insanlara komik gelen şeyler neler ki acaba?
kendimce bazı gözlemlerime dayanan bazı çıkarımlarım oldu bu eylemle ilgili. insan gülmek için suratındaki 17 kası kullanıyormuş sanırsam. beyin nelere böyle tepkiler veriyor, onları düşünüyorum işte:
1. beklenmedik durumlar/sözler : bir olay ya da konuşmada beklemediğimiz birşeyle karşılaştığımız zaman yani şaşırdığımız zaman gülüyoruz. komedi filmleriyle ilgili örnek vererek açıklamak gerekirse hababam sınıfıyla ilgili benim en çok güldüğüm sahnelerden birini yazmaya üşenmem hiç : tatil zamanlarında izinlerinin kaldırılması üzerine sınıfın altından tünel kazıp kaçmaya çalışıyor ahali. en sonunda tünelin açılışını yapıyorlar (60 gün alt geçidi) ve sırayla kaçmaya başlıyorlar. ancak onların deyimiyle tünel bombok bi yere çıkıyor, mahmut hoca'nın odasına. inek şaban tünelden çıkıp mahmut hocayı görünce şaşırtan/beklenmeyen repliği söylüyor "aaa mahmut hoca, o da kaçmış!"
2. bir kişinin zor bir duruma düşmesi : birinin düşmesine güleriz genellikle. aslında bu da o kişinin düşmesini beklemediğimiz için şaşırma tepkisi olabilir ancak bence altında daha hain bir duygu var. "düşen ben olabilirdim" düşüncesi ve "oh iyi ki ben düşmedim" rahatlaması. kendisi düşmediği ya da zor durumda kalmadığı için rahatlamış olan insan o rahatlamanın etkisiyle bu tepkiyi veriyor. kendisi düştüğü zaman gülmesinin nedeni de aslında "utanmadım ben bakın nasıl da kendisiyle barışık bir insanım. düştüm ve sizinle birlikte gülüyorum ki bana gülmenizin travmasını azaltabileyim" acı içinde kıvranmıyorsa tabi. amerikan komedilerinin güldürme şekil de genellikle bir salağın zor durumda kalması üzerinedir. kafasına darbe alır, pantolonu çıkar, elini kapıya sıkıştırır, götünün fotokopisini çeker, düşer, kalkar.. ve insanlar bunlara güler.
3. rahatlama : çok yoğun stres yaşadıktan sonra ya da korktuktan, üzüldükten sonra daha çok güler insan. rahatlama dediğim şey aslında beynin yaşanan zor süreçten en az hasarla çıkma çabasıdır sanırsam ki insanın gülmesine neden olacak hormonlar salgılar. burada tek tek bu hormonların adını verip kimseyi rencide etmek istemiyorum. ancak bununla ilgili olarak en belirgin durum cenaze evlerinde olur sanıyorum. en son annanemin cenazesinde yaşadığımız kahkaha krizleri, aslında üzüntü ve ağlama ile depresyona girmek üzere olan psikolojinin beynimiz tarafından kurtarılmaya çalışılmasıdır. ölenle ölünmez der beyin insana
4. sosyalleşme/iletişim/yavşama : insan hayatındaki maalesef çoğu gülüş buna giriyor bence. patronun gözüne girmek (yaptığı sığ esprilere gülmek mesela), bir araya geldiğiniz insanlarla güzel şeyler paylaşmak (bir güldük bir güldük sorma, çok eğlendik), hoşlandığınız kişinin söylediklerini değerli kılmak (erkekler kendisine gülen kızlardan hoşlanır :)) için gereksiz yere gülmek modern insan psikolojisinin getirdiği bir şey sanıyorum. psikolojiden anlayan arkadaşlarıma sormam lazım.
5. farklı düşüncedeki insanları aşağılamak : "ben bu dediğine sadece gülerim" diyerek ve de üstüne bir kahkaha patlatarak, karşındaki insandan farklı düşündüğünü ve onun düşüncelerinin saçma olduğunu belirtirsin.
6. gerçek duyguyu saklamak : bunun kullanım yeri de üzgün ya da kızgın olduğunu bilememesi gereken insanların yanıdır. sevgiliyle kavga edip eve döndüğünde ebeveynlere karşı sürekli bir tebessüm edersin ki kızgın olduğun belli olmasın. ya da işteki kötü bir durumu arkadaş ortamına taşımamak için, üzgün olduğunu anlayıp da kurcalamasınlar diye gülersin. üzgün/kızgın olduğun konu açılıp da daha da kötüleşmemesi için "gülme" maskesini takarsın yani..
psikolog dr. el-myra cüceloğlu
kendimce bazı gözlemlerime dayanan bazı çıkarımlarım oldu bu eylemle ilgili. insan gülmek için suratındaki 17 kası kullanıyormuş sanırsam. beyin nelere böyle tepkiler veriyor, onları düşünüyorum işte:
1. beklenmedik durumlar/sözler : bir olay ya da konuşmada beklemediğimiz birşeyle karşılaştığımız zaman yani şaşırdığımız zaman gülüyoruz. komedi filmleriyle ilgili örnek vererek açıklamak gerekirse hababam sınıfıyla ilgili benim en çok güldüğüm sahnelerden birini yazmaya üşenmem hiç : tatil zamanlarında izinlerinin kaldırılması üzerine sınıfın altından tünel kazıp kaçmaya çalışıyor ahali. en sonunda tünelin açılışını yapıyorlar (60 gün alt geçidi) ve sırayla kaçmaya başlıyorlar. ancak onların deyimiyle tünel bombok bi yere çıkıyor, mahmut hoca'nın odasına. inek şaban tünelden çıkıp mahmut hocayı görünce şaşırtan/beklenmeyen repliği söylüyor "aaa mahmut hoca, o da kaçmış!"
2. bir kişinin zor bir duruma düşmesi : birinin düşmesine güleriz genellikle. aslında bu da o kişinin düşmesini beklemediğimiz için şaşırma tepkisi olabilir ancak bence altında daha hain bir duygu var. "düşen ben olabilirdim" düşüncesi ve "oh iyi ki ben düşmedim" rahatlaması. kendisi düşmediği ya da zor durumda kalmadığı için rahatlamış olan insan o rahatlamanın etkisiyle bu tepkiyi veriyor. kendisi düştüğü zaman gülmesinin nedeni de aslında "utanmadım ben bakın nasıl da kendisiyle barışık bir insanım. düştüm ve sizinle birlikte gülüyorum ki bana gülmenizin travmasını azaltabileyim" acı içinde kıvranmıyorsa tabi. amerikan komedilerinin güldürme şekil de genellikle bir salağın zor durumda kalması üzerinedir. kafasına darbe alır, pantolonu çıkar, elini kapıya sıkıştırır, götünün fotokopisini çeker, düşer, kalkar.. ve insanlar bunlara güler.
3. rahatlama : çok yoğun stres yaşadıktan sonra ya da korktuktan, üzüldükten sonra daha çok güler insan. rahatlama dediğim şey aslında beynin yaşanan zor süreçten en az hasarla çıkma çabasıdır sanırsam ki insanın gülmesine neden olacak hormonlar salgılar. burada tek tek bu hormonların adını verip kimseyi rencide etmek istemiyorum. ancak bununla ilgili olarak en belirgin durum cenaze evlerinde olur sanıyorum. en son annanemin cenazesinde yaşadığımız kahkaha krizleri, aslında üzüntü ve ağlama ile depresyona girmek üzere olan psikolojinin beynimiz tarafından kurtarılmaya çalışılmasıdır. ölenle ölünmez der beyin insana
4. sosyalleşme/iletişim/yavşama : insan hayatındaki maalesef çoğu gülüş buna giriyor bence. patronun gözüne girmek (yaptığı sığ esprilere gülmek mesela), bir araya geldiğiniz insanlarla güzel şeyler paylaşmak (bir güldük bir güldük sorma, çok eğlendik), hoşlandığınız kişinin söylediklerini değerli kılmak (erkekler kendisine gülen kızlardan hoşlanır :)) için gereksiz yere gülmek modern insan psikolojisinin getirdiği bir şey sanıyorum. psikolojiden anlayan arkadaşlarıma sormam lazım.
5. farklı düşüncedeki insanları aşağılamak : "ben bu dediğine sadece gülerim" diyerek ve de üstüne bir kahkaha patlatarak, karşındaki insandan farklı düşündüğünü ve onun düşüncelerinin saçma olduğunu belirtirsin.
6. gerçek duyguyu saklamak : bunun kullanım yeri de üzgün ya da kızgın olduğunu bilememesi gereken insanların yanıdır. sevgiliyle kavga edip eve döndüğünde ebeveynlere karşı sürekli bir tebessüm edersin ki kızgın olduğun belli olmasın. ya da işteki kötü bir durumu arkadaş ortamına taşımamak için, üzgün olduğunu anlayıp da kurcalamasınlar diye gülersin. üzgün/kızgın olduğun konu açılıp da daha da kötüleşmemesi için "gülme" maskesini takarsın yani..
psikolog dr. el-myra cüceloğlu
Ocak 27, 2009
i wish...

*koskocaman, 550 sayfalık türk dış politikası kitabında geçen bir cümleyi bulabilmek için harcadığım 45 dakikam var mesela alacaklarım listesine yazdığım. oysa gerçek hayatta da Ctrl+F yapabilseydim iki dakikada bulurdum. kitapların arkasındaki indeks bi yerde bu işe yarıyo tabi ama her kitapta yok ki, hangi kelime kaç kere nerde geçiyo.
*kırmızı ipten bir hırka örüp de çok beğendiğim zaman, aynısını morunu da örmek için harcadığım 1 hafta var aynı listede. Ctrl+C ve ardından Ctrl+V yapabilseydim, sonra da onu mora boyayabilseydim iki dakikada mor hırkam olurdu.
*yatak odası çok küçük geldiği için dolapla yatağın arasında bir buçuk karışlık bir mesafe var ve ordan geçerken bacağımı yatağın kenarına çarpıp morartıyorum hep. oysa odanın kenarından tutup çekerek büyütebilseydim, yatakla dolap arasında atımla geçebilecek bir boşluk olurdu ve bacağımı hiç bi yere çarpmazdım, hem de atla gittiğim için yorulmazdım :)
*bunun gibi bir çok şeyin gerçek hayatta olmasını isterdim, evet.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)